Sayfa: [1]   Aşşağı İn :)
Gönderen Konu: Atatürk'ün Çocukluk Anıları  (Okunma Sayısı 1462 Defa)
0 Üye ve 1 Ziyaretçi Konuyu İncelemekte.
Ayla224
Acemi Üye
**


Cinsiyet: Bayan
Mesaj Sayısı: 33

Avatar Yok


Üyelik Bilgileri
« : 23 Nisan 2021, 18:49:23 »


ATATÜRK'ÜN ÇOCUKLUK ANISI: ELBİSE KAVGASI
Çocukluğumda yaşadığım anılardan biri de Makbule ile Naciye arasındaki elbise kavgasıdır. Komşu kızın üstünde yeni elbiseyi gören Makbule ile Naciye, anneme, biz de yeni elbise isteriz, dediler.
Annem:  " Tabi olur, benim güzel çocuklarım. Ölçünüzü alır, size yeni birer elbise dikerim. Şunun şurasında bayrama ne kaldı? Bayram günü de yeni elbiselerinizle gezersiniz. "
Birkaç günde elbiseler hazırdı. Makbule ile Naciye yeni elbiseleriyle kıvanarak gezdiler. Bir hafta sonra kız kardeşlerim eski elbiselerine dönüş yaptılar. Annem de yeni elbiseleri yıkayıp, ütüledi ve elbise dolabına astı.
Aradan zaman geçti ve arefe gününden bir gün önce evde bir gürültüdür koptu. Naciye bayramlık elbisesini giymek istemiş, üstüne olmamış, dar gelmiş ve bir yaş büyük ablası Makbule'nin elbisesini giymiş. Bunun gören Makbule Naciye'den elbisesini çıkarmasını isteyip sesini yükseltmiş.
Araya giren annem Naciye'ye neden ablasının elbisesini giydiğini sordu. Bunun üzerine Naciye:  " Ama anne, benim elbisem üstüme olmadı, çok dar geldi. Bir de ablamın elbisesini deneyeyim dedim. Tam geldi. Bayramda ben bunu giyeyim ha, ne dersin? "  Annem daha sonra elbiseyi Makbule'ye giydirmeye çalıştı ama dar geldi.
Annem:  " Tabi dar gelir. Siz büyüme çağındasınız. İki ay önce diktiğim elbisenin şimdi dar geleceğini düşünemedim. O zaman bayramda Naciye bu elbiseyi giyer, ben Makbule'ye iki gün içinde yeni elbise dikerim. "
Annem aynen öyle yaptı. İki günde elbiseyi dikti ve Makbule bayramda bu elbiseyi giydi. Beni sorarsanız annemden rica etmiştim ve beni kırmadı. Bana bayramlık alınmadı. Babamın yokluğunda zaten kıt kanaat geçiniyorduk. Annemi zor durumda bırakmak istemedim.

Öğretmenim Atatürk - Bilgi Yayınevi - Sayfa: 21-22
Bir Öğretmenin Kaleminden ATATÜRK-Doğan Egmont - Sayfa: 16-17

------------------------------------------------------------
                         
BALIKLARI SUYA ATTIM
Bir gün Makbule ile Naciye'yi yanıma alarak çiftliğin yakınındaki gölette balık tutmaya gittim. Ben oltayla balık yakaladıkça Naciye ağladı, yalvardı, balıkları suya atmamı istedi. Naciye ağlamasın diye, balıkları suya attım ve erkenden çiftliğe döndük. Zaten hastaydı, hastalığının ilerlemesinden korkuyordum. Çiftlikte elimdeki kovanın boş olduğunu gören dayım bana şöyle dedi:
" Vay Mustafa , bakıyorum göletteki bütün balıkları yakalamışsın. Bu kadar balık bize çok, yarısını köye verelim. Hani balıklar, oltana yakalanmak için, atılırlardı. Hani avladığın balıkları şanslı sayardın. Giderken bir kova daha istiyordun. Sen önce bu kovayı doldur da sonra ikinci kovayı iste. "
Dayım konuşmasına devam edecekti fakat Makbule araya girdi:
" Mustafa abim, yakaladığı balıkları suya atmasaydı iki kova dolardı. "
Bunun üzerine dayım: " Nee, abin yakaladığı balıkları suya mı attı? Ama neden? " diye sordu.
Makbule bu soruya şöyle cevap verdi: " Çünkü Naciye balıklara acıdı ve her balık yakalandıktan sonra ağladı. "
Naciye: " Ben ağladım diye abim bir dolu balığı suya attı. " dedi.
Dayım: " Affet beni Mustafa.. Durup dururken haksız yere sana laf söyledim. Senin boşa konuşmayacağını anlamalıydım. Yarın ikimiz gideriz balık tutmaya. Yanımıza dört kova alırız. " dedi.
Dayım konuşmasını bitirince bir an Naciye ile göz göze geldik. Kardeşim yalvaran bakışlarla bana bakıyordu. 
Ertesi gün sabah kahvaltısından sonra dayım çiftlikte beni çok aradı. Bulamazdı tabi ki çünkü samanlığa saklanmıştım. Dayım, Mustafa, Mustafa, neredesin? diye bağırdıkça yanımdaki Makbule ile Naciye kıkır kıkır güldüler.

Benim Adım Atatürk -  Puslu Yayıncılık - Sayfa: 21-23
Bir Öğretmenin Kaleminden ATATÜRK-Doğan Egmont - Sayfa: 21-22

-------------------------------------------------------------

KARANLIKTAN KORKMAM
On beş yaşlarındaydım. Manastır Askeri İdadisi'ne gidiyordum. (O zamanın lisesi) Yaz tatilinde dayımın çiftliğine gitmiştik. Komşunun oğlu Enver'le çok iyi arkadaştık. Ara sıra birlikte gezerdik. Bir gün Enver, bizim bağa gidip üzüm yiyelim, dedi. Ben de olur dedim. Annelerimizden izin alıp yola çıktık. Sağda solda fazla eğlendiğimiz için, karanlığa kaldık.
Enver: "İstersen dönelim. Sen şehir çocuğu olduğun için, karanlıktan korkarsın. Böyle durumlara alışık değilsin" dedi.
Ben karanlıktan korkmadığımı söyledim. Yola devam edelim dedim. Tarla kenarı, patika yol, ağaçlık alan derken, karanlık iyice çöktü. Yanımdaki Enver'i zor seçer oldum. Bir saat önce dağların kartalıyım diyen Enver, gel Mustafa dönelim, az kalmıştı ya, yarın gündüz geliriz, demeye başladı. Neyse ki sonunda bağa vardık ve birer salkım üzüm kopardık. Üzüm yiyerek çiftliğe döndük.

Öğretmenim Atatürk - Bilgi Yayınevi - Sayfa: 47

İLK ANDA CANIM SIKILMIŞTI             
Bakla tarlasında yalnız başıma bekçilik yaptığım günlerden birinde öğle vakti kulübenin önündeki çardak altında uyuya kalmışım. Aradan ne kadar zaman geçti bilmiyorum, annemin sesine uyandım.
Annem: ” Dayısı şuna bak, Mustafa uyuya kalmış. Makbule dün pınardan soğuk su içince hastalandı ya, Mustafa bütün gece başında bekledi. Ondan uykusunu alamadı. Neyse ki Makbule’ye ballı ıhlamur içirdim de iyileşti ” dedi.
Dayım: ” Bırak canım uyusun. Benim en sevdiğim şeydir burada uyumak. Bu öğle sıcağında karga falan uğramaz. Bir yatsam iki saatten önce top atsan uyanmam ” dedi.
Bu konuşmaları duyunca ayağa fırladım. Uykuda yakalandım diye ilk anda canım sıkılmıştı ama Makbule’nin iyileştiğini duyunca rahatladım.

Bir Öğretmenin Kaleminden ATATÜRK - Doğan Egmont - Sayfa: 18

NACİYE KAYBOLDU
Dayımın bakla tarlasına Makbule ile giderdik. Bir gün Naciye de bizimle gelmek istedi. İlk defa benden bir şey istediği için olmaz diyemedim. Annemden izin çıkınca o gün üç kardeş tarlaya gittik. Naciye eline bir sopa aldı ve kargaların ardından koşturdu durdu. Bir ara Makbule ile uzun süren bir konuşmamız oldu.
Tarlanın ortasındaki kulübenin önüne oturduk ve yemeğe başlayacaktık ki, Naciye’nin yanımızda olmadığını fark ettik. Sağa baktık, sola baktık, Naciye neredesin diye bağırdık, Naciye yok. Neden sonra Naciye çıkageldi. Meğer karga peşinde koşarken çok yorulan Naciye kulübeye girmiş ve döşeğe yatıp uyumuş. Naciye’nin ortaya çıkmasıyla birlikte rahatladık ve yemeklerimizi yedik.


BAHÇEDEKİ KUYU
Ben yedi yaşındayken, babamı kısa süren bir hastalığın ardından kaybettik. O tarihlerde kadınlar bir işte çalışamadıkları için maddi sıkıntı içine düşmüştük. Onun için evimizin yanında bulunan küçük bir eve taşındık. Ertesi gün yeni evin bahçesine teftişe çıktım. Otların arasından yürüdüm. Sağda solda dut, erik, armut ağaçları vardı. Armut ağacının ilerisinde bir kuyu olduğunu gördüm. Kuyunun yanına sokulduğumda hayretler içerisinde kaldım. Yer seviyesinde olan kuyunun üstü açıktı. Annemi durumdan haberdar ettim. Annem komşumuz Ali Usta'yı çağırdı. Ali Usta kuyunun üstüne tahtadan bir kapak yaptı. Kilidi taktı. Anahtarı anneme verdi. Böylece kötü bir olay yaşanmadan kuyunun üstü kapatılmış oldu.


BENİ KOMUTAN SEÇERLERDİ
Yeni evimiz küçüktü ama bahçesi büyüktü. Bu bahçede komşu çocuklarıyla askercilik oynardık. Askercilik oynarken, beni komutan seçerlerdi. Ben de karşımda hazır ola geçmiş arkadaşlara çeşitli görevler verirdim. Onlar da, emredersin komutanım deyip koşarak uzaklaşırlardı. Üç beş dakika sonra geri gelerek görevi tamamladıklarını söylerlerdi. Daha sonra onları sıraya sokar, uygun adım yürütürdüm.
Bir gün bize tahtadan tüfekler hazırlayan marangoz Celal Amca oyunumuzu seyretmiş ve anneme:  " Zübeyde Hanım, Mustafa'yı askeri okula göndermelisiniz. Kendisi iyi bir komutan adayıdır. " demiş.

---------------------------------------------------------------------------------------------------

ATATÜRK'ÜN ÇOCUKLUK ANISI: ARKADAŞIM  YUSUF  KEMAL
Langaza'daki dayımın çiftliğinde her gün bir başka olayla karşılaşır ve değişik arkadaşlarla tanışırdım. Yarıcıların çocukları çiftliğe gelirdi. Onlara karpuz dilimleyip, ikram ederdim. Aralarında orta yere çıkıp güreşenler olurdu. Bu güreşlerde ben pek çok defa hakemlik yaptım. Bir defasında güreşen bir çocuğun babası yanıma sokuldu ve şu benim oğlanı galip getir, al bu parayı harca, dedi. Ben, kusura bakma dayı, senin paran bende geçmez, deyince adam yanımdan uzaklaştı.
Sonraki günlerde çiftliğe Yusuf Kemal adında bir çocuk geldi. Ben yaşta, ben boyda ve sarışındı. Yusuf Kemal'le arkadaşlığı bir ilerlettik. Bir defasında hiç unutmam bir güreşi idare ederken, düdüğü ona vermiş ve hakemlik yapmasını istemiştim. Pek güzel hakemlik yapmış ve güreşi iyi sonlandırmıştı.
Bir konuşmamızda, senin adın Yusuf ama Kemal'i var. Benim adım Mustafa, Kemal'i niye yok, demiştim. Bunun üzerine Yusuf Kemal, üzüldüğün şeye bak. Sana Mustafa Kemal diyelim, olsun bitsin, demişti. Sonra aradan aylar geçti. Selanik Askeri Rüşdiyesi'nde ( Ortaokul ) okurken,  bir arkadaşa Yusuf Kemal'den bahsetmiş ve Yusuf'un üç veya dört defa bana Mustafa Kemal diye hitap ettiğini nakletmiştim. Bu durum matematik öğretmenimiz Yüzbaşı Mustafa Efendi'nin kulağına gitmiş. Matematiğe büyük ilgim nedeniyle, matematik öğretmenimiz, “Oğlum, senin de adın Mustafa benim de. Bu böyle olmayacak. Arada bir fark bulunmalı, bundan sonra senin adın Mustafa Kemal olsun” diyerek bana Kemal adını verdi.  
   
-----------------------------------------------------------------
                                                     
SELANİK ŞAMPİYONU
Mustafa, Şemsi Efendi Okulu 4. sınıfa giderken beden eğitimi dersinde öğretmeni sınıfa koşu yarışması yaptırdı. Okul etrafında iki tur atılacak ve birinci olan okul çapında yapılacak koşuda sınıfını temsil edecekti. İlk turu önde geçen Mustafa ikinci turun ortalarında bitiş çizgisine doğru güçlü adımlarla koşarken, biraz ilerde uçamayan bir yavru kuşun peşinden koşan siyah, kocaman bir kediyi fark etti.   Mustafa yön değiştirip hızla koşarak yavru kuşu kedinin pençesinden kurtardı. Yavru kuşu severek ve yürüyerek yarışı en sonda tamamlamasına karşın, olayı öğrenen öğretmeninden yavru kuşu kurtardığı için aferin alan Mustafa, yarışı birinci bitiren arkadaşının: “ Hayır, ben birinci değilim. Yarışın birincisi Mustafa’dır. O benden daha hızlı, sınıfımızı benden daha iyi temsil eder “ demesi üzerine öğretmeni tarafından birinci gelmiş sayıldı. On beş gün sonra yapılan koşuda okul şampiyonu olan Mustafa, derslerindeki başarıyı koşuda da gösterecek ve Selanik Şampiyonu olarak bir kupa alacaktı.

--------------------------------------------------------------

DÜNYA ASKERİ LİSELER ŞAMPİYONU
Mustafa Kemal, Şemsi Efendi Okulu 4. sınıfa giderken koşuda Selanik Şampiyonu olmuştu. Selanik Askeri Rüştiyesi ve Manastır Askeri İdadisi'ne giderken koşuyu bırakmadı. Arkadaşlarıyla her gün antrenman yapardı. Özellikle Manastır Askeri İdadisi'nde ( şimdiki askeri lise) 1 mil ( 1.609 metre ) koşusunda okulun yıldızıydı. Yarış başlar başlamaz öne geçer ve yarışı önde götürürdü. 1 mil koşusunda geçildiği görülmemişti. Askeri liseler arasındaki koşu yarışında Mustafa Kemal ülke şampiyonu olmuştu. Aynı yıl Manastır'da düzenlenen dünya askeri liseler şampiyonasında 1 milde birinci olarak dünya şampiyonu olmuş ve altın madalya kazanmıştı.

----------------------------------------------------------------

ATATÜRK'ÜN ÇOCUKLUK ANILARI - KUYU
Langaza'da dayımın çiftliğinde kalırken komşu çiftliğin yakınından geçerdim. Bir gün çiftlikten sesler geldi. Koştum. Kuyunun başında üç çocuk kız kardeşlerinin kuyuya düştüğünü söylüyor ve yardım istiyorlardı. Oralarda kalın bir ip  buldum. İpi ağaca bağlayıp kuyuya indim. Tahminen altı yaşlarında bir kız beline kadar su içinde duruyordu. İpi kızın beline bağladım ve ağabeylerine yukarı çekmesi için, seslendim. Ağabeyleri kızı yukarı çektiler. Daha sonra ipi aşağı sarkıttılar. İpi belime bağladım, ellerimle tuttum  ve beni çekiniz,  diye bağırdım. Çeken olmayınca ipten tırmanarak kendi çabamla yukarı çıktım. Kimseler yoktu. Demek ki  kardeşlerini kurtarınca ağabeyleri beni kurtarmaya lüzum görmemişti.

ALMAN KOMŞUMUZ
Arabanın icat edildiği yıllardı. Selanik'te zengin bir Alman komşumuz vardı. O komşumuz bir araba almıştı. Yollarda arabayla giderken, görenler şaşırmıştı. Bu araba atsız, öküzsüz nasıl gidiyor diye. Komşumuz bir akşam evine dönerken, farları yakmış. Araba gürültülü çalıştığı için, canavar geliyor diyerek  insanlar kaçışmış. Hatırladığım kadarıyla bir gün aşırı hız yaptığı için, polis ceza kesmiş. Komşumuz o sıra 20 km. hızla gidiyormuş.

AKREP OLAYI                   
Makbule dört- beş yaşlarındaydı. Bir gün çiftliğin duvarında akrep görmüş ve çok korkmuş. Mustafa abi, koş, duvarda aprek var, diye bağırıyordu. Ben koşarak Makbule'nin yanına vardım. Parmağıyla işaret ettiği yerde bir akrep duruyordu. Yerden  taş alarak akrebi ezdim. Makbule'nin elinden tutarak annemin yanına götürdüm. Annem, ne olduğunu sordu. Ben de olanları anlattım. Annem çok korktuğu için, Makbule'ye su içirdi. Daha sonra yatağına yatan Makbule derin bir uykuya daldı.

KOYUN SÜRÜSÜ
Kız kardeşim Naciye çok konuşkandı ve hatırı sayılır derecede önemli olaylardan bahsederdi. Bir gün öyle bir hikaye anlatmıştı ve ben hayretler içinde kalmıştım. Çobanın biri, dağda koyun otlatıyormuş. Koyunlar  çokmuş, sürüde en azından beş yüz koyun varmış ve bir ucu ilerideki uçurumun kenarına kadar varıyormuş. Derken, bir koyun uçurumdan aşağı atlamış. Bunu gören diğer koyunlar  uçurumdan aşağı  atlamaya başlamış. Bereket  çoban durumu fark etmiş ve sürünün yarısını kurtarmış. Bıraksa koyunların hepsi uçurumdan atlayacakmış.


YARALI GÜVERCİN
Bir gün evimizin bahçesinde kanadı kırık, yaralı bir güvercin buldum. Eve götürdüm. Anneme ve kardeşlerime gösterdim. Güvercini veterinere götürdük. Kanadını sardı, iyileşir, dedi. Üç gün güzelce besledim. Dördüncü günün sabahında kafeste cansız yatarken buldum. Çok üzüldüm. Gözyaşları içinde güvercini bahçenin bir köşesine gömdüm. Seni hiç unutmayacağım, güvercin, dedim. Aradan yıllar geçti ama ben o güvercini unutmadım.

Atatürk'ün Çocukluğu - Ezgi Yayınları - Yayın Yılı: Aralık 1994



Logged
Kadın Temsilcisi
KadıncaForum
*****

Offline

Mesajlar: 27222

View Profile
Re: Atatürk'ün Çocukluk Anıları
« Posted on: 29 Mart 2024, 01:40:34 »

 
      uyari
Merhaba Ziyaretçi, Öncelikle Sitemize Hosgeldin. Ben KadıncaForum Botu Olarak Siteden Yararlanabilmeniz İçin, Üye Olmanızı Öneririm. Unutmayınız! Bu Site Sadece, Biz Kadınlara Özeldir.

giris  kayit
Anahtar Kelimeler: Atatürk'ün Çocukluk Anıları oyunlari, Atatürk'ün Çocukluk Anıları programi, Atatürk'ün Çocukluk Anıları oyunu indir, Atatürk'ün Çocukluk Anıları program yükle, Atatürk'ün Çocukluk Anıları download, Atatürk'ün Çocukluk Anıları istenmeyen tüyler, Atatürk'ün Çocukluk Anıları resimleri, Atatürk'ün Çocukluk Anıları haber, Atatürk'ün Çocukluk Anıları yükle, Atatürk'ün Çocukluk Anıları lazer epilasyon, Atatürk'ün Çocukluk Anıları msn eklentisi, sarki sözleri
Ayla224
Acemi Üye
**


Cinsiyet: Bayan
Mesaj Sayısı: 33

Avatar Yok


Üyelik Bilgileri
« Yanıtla #1 : 23 Nisan 2021, 18:51:02 »

MUSTAFA OKULA BAŞLIYOR     
Mustafa okula başlayacaktı. Babası Ali Rıza Bey oğlunun laik eğitim veren Şemsi Efendi İlkokulu’na gitmesini istiyordu. Annesi Zübeyde Hanım ise, mahalle mektebine gitmesini arzu ediyordu. Bu konu etrafında fikir çatışmaları sürüp gidiyordu:
Zübeyde Hanım: “ Ne var yani Şemsi Efendi İlkokulu’nda? Ne öğrenecek orada? Hem orası uzak. Mahalle mektebi şuracıkta. Oraya gitsin istiyorum. “
Ali Rıza Bey: “ Hanım, okulun yakınlığı, uzaklığı önemli değil. Önemli olan, eğitimin iyi olması. Öğretmenlerin iyi eğitim vermesi. “
Zübeyde Hanım: “ Tamam işte. Mahalle mektebindeki hoca çok iyi eğitimciymiş. Mahalle mektebinde okuyanlar hep iyi eğitim almışlardır. Ben de mahalle mektebinden mezun oldum, orada okudum. Bilgide kimden aşağı kaldım, söyler misin bey? “
Ali Rıza Bey: “ Kimseden aşağı kalmadın, Zübeyde. Ben her zaman senin bilgili olmanla övünmüşümdür ama Mustafa, Şemsi Efendi İlkokulu’na gidecek. “
Ali Rıza Bey yine de, Zübeyde Hanım’ın hatırını kırmamak için, oğlu Mustafa’yı birkaç günlüğüne mahalle mektebine gönderdi.
Daha sonra bir bahaneyle Mustafa’yı mahalle mektebinden alarak Şemsi Efendi İlkokulu’na yazdırdı. Bu durum Mustafa’nın da hoşuna gitmişti, çünkü mahalle mektebinin dersleri O’na ağır gelmişti. Ağır gelmesi derslerin zorluğundan değil, konuların ağır yani yavaş işlemesindendi. Mustafa, hocanın birinci derste anlattığı konuyu hemen kavrıyor, ikinci derste yeni bir konuya geçmesini bekliyordu ama hoca sadece birinci derste değil, bütün bir gün aynı konuyu anlatıyordu. Bu durum Mustafa gibi yaşı küçük aklı büyük, yaşına göre, dünyada eşine ender rastlanacak üstün zekâlı bir çocuk için, sıkıcı bir durumdu. Kimse benden koşmam gereken bir durumda yürümemi beklemesin, diyordu.
Mustafa, Şemsi Efendi İlkokulu’nda kısa zamanda tanındı ve sevildi. Hele sınıf öğretmeni Mustafa diyordu da başka bir şey demiyordu. Öğretmenler odasında devamlı olarak bu başarılı öğrencisini anlatıyor, O’nu övüyordu:  “ Arkadaşlar, az önceki matematik dersinde sınıfa çok zor bir problem sordum. Kimse duymasın, soruyu üçüncü sınıfların ders kitabından almıştım. Sınıfta kimsenin problemi çözemeyeceğinden emindim. Problemi önce yüksek sesle okudum, daha sonra tahtaya yazdım. Öğrencilerin çoğu soruyu okumakla meşguldü. Oysa çalışkan öğrenciler defterlerine çözüm işine girişmişlerdi. Problemi doğru çözdüğünü söyleyen altı öğrenciden beşinin bulduğu sonuç yanlıştı. Sadece Mustafa doğru sonuca ulaşmıştı. Siz olsanız böyle bir öğrencinizi alnından öpmez misiniz? Gelecekte Türk Milleti bu çocuktan çok şey bekleyecektir. “

Atatürk'ün Çocukluğu - Ezgi Yayınları - Yayın Yılı: Aralık 1994

---------------------------------------------------------------------

ALTIN SAÇLI, DENİZ GÖZLÜ ÇOCUK
Mustafa, Şemsi Efendi Okulu son sınıfa giderken, bir gün sınıf öğretmeni, bugün okula bir müfettişin geleceğini, ona karşı saygılı olmalarını, soracağı sorulara doğru cevap vermelerini söyledi. Eğer bilmiyorlarsa kesinlikle parmak kaldırmamalarını ihtar etti. İlk dersten sonraki teneffüste öğrenciler arasında konuşulan tek konu müfettişin sınıfta ne gibi bir soru sorabileceğiydi. Müfettişin sorduğu bir sorunun bile bilinememesi, kötü bir intiba bırakırdı. Bu durumda Mustafa, çalışkan öğrenciler arasında ön plana çıkıyor ve arkadaşlarına müfettişin sorduğu en zor soruyu bile doğru cevaplandıracağı sözünü veriyordu.
İkinci ders, ikinci teneffüs derken, üçüncü dersin ortalarına doğru kapı çalındı ve müfettiş sınıfa girdi. Müfettiş, öğretmenle bir süre konuştuktan sonra sınıfa dönerek ilk soruyu sordu: Osmanlı Devleti, Avrupa'yı fethetmek istedi ama neden başarılı olamadı?  Belki bu soru öğrenciler için, biraz ağır bir soruydu ama ağırlıkların kaldırılıp kaldırılamayacağı yani sorunun cevaplandırılıp cevaplandırılamayacağı da böyle bir soru sorulmadan bilinemezdi. Bu soru için, sınıfın en çalışkan dört öğrencisi parmak kaldırdı. Bunların arasında Mustafa da vardı. Aslında müfettiş sınıfa girip öğretmenle konuşurken, orta sıralarda oturan sarı saçlı, mavi gözlü ve o mavi gözlerinden zeka fışkıran öğrenciyi hemen fark etmişti. Müfettiş, nedense bu sarışın öğrenciye parmak kaldırmasına rağmen, söz hakkı vermemiş, parmak kaldıran başka bir öğrenciden sorduğu sorunun cevabını istemişti. O öğrenci de, müfettişin beklediği bir şablon içinde soruyu cevaplamıştı.
İkinci soru, ilk sorudan çok daha zor olmalıydı. Bir devlet çıksa, diyelim ki, bu Osmanlı Devleti olsun, dünyaya hakim olsa, bu durum ebediyete kadar devam eder mi? Mustafa olaya bu paralelde dik bir çizgi çekmek ihtiyacını hissetmişti. Birbirine paralel giden iki doğru bu dik çizgiyle kesişmeliydi. Mustafa'nın parmak kaldırıp söz isteyerek soruya verdiği cevap şu oldu:  " Hayır, etmez. Bırak ebediyeti elli yıl bile devam etmez. Her ne için olursa olsun, başka milletleri boyunduruk altına almak, onları köle durumuna düşürmenin adı emperyalizmdir. Her millet kendi sınırları içinde özgür ve bağımsız yaşamalıdır. Yaşasın özgürlük, yaşasın bağımsızlık!.."
Mustafa'nın büyük bir coşku içinde söylediği bu sözler üzerine müfettiş, bir süre öğretmenle konuştuktan sonra, Mustafa'nın yanına giderek, O'nu alnından öptü:  " Yaşa Mustafa! Türk Milleti, senin gibi son derece bilgili, kültürlü ve düşüncesini korkmadan söyleyebilen, çağdaş yeni nesil gençlere emanet edilecektir. Sen Türk Milli Eğitimi'nin gururusun. "

--------------------------------------------------------------

PİYADECİLİK OYUNU
Günlerden bir gün komşumuz Binbaşı Kadri Bey’in oğlu Ahmet izinli gelmişti. Temiz üniforması, anlamlı bakışlarıyla hayranlık duyulacak bir askeri ortaokul öğrencisiydi. Bir an kendimi o üniformanın içinde hissettim.   O birkaç gün içinde komşular Ahmet’i görmeye gitti. Biz de annem Zübeyde Hanım ve kız kardeşlerim Makbule ve Naciye ile birlikte Ahmetlerin evine gittik. Ahmet askeri üniformasıyla evin salonunda, misafirlerin yanında sol eli cebinde biçimlice yürüyordu. Asalet ve saadetin ulaştığı en yüksek nokta buydu.
Daha sonra bir gün Ahmet, beni ve komşu çocuklarını bir araya topladı ve şöyle dedi:“ Gelin bakalım arkadaşlar, şimdi sizlerle piyadecilik oyunu oynayacağız. Şu gördüğünüz tepeyi, Türk çocukları savunacak. Rum çocukları ise, ben başla dediğimde tepeye çıkarak onları aşağı çekmeye çalışacak. Oyunun sonunda, hangi grup tepeyi ele geçirirse o grup kazanmış sayılacak. “
Komşumuzun oğlu Ahmet’in başla demesiyle Rum çocukları ileri atıldılar ve tepeye tırmanmaya başladılar. Takımlar beşer kişiydiler ve ilk tepeye tırmanan Rum çocuğu bir arkadaşımı kolundan tutup aşağı çekti. Rum çocukları çok hırslıydı ve paçasından yakalanan bir arkadaşım daha aşağı çekildi. Aşağı çekilen iki arkadaşımın yukarı çıkma şansı yüzde bir bile değildi. Şimdi tepeyi savunan üç Türk çocuğu kalmıştık. Beş Rum çocuğu tepenin üstüne çıktı ve etrafımızı sardı. Yeniliyorduk.
Bir Türk çocuğu, beş Rum çocuğuna bedeldir, dedim. Onlar bana değil, ben onlara saldırdım. Tepeyi Rum çocuklarına bırakmamaya kararlıydım. Benim kazanma isteğimi gören arkadaşlar da ileri atıldılar. Sonunda tepenin üstünde iki Türk çocuğuyla yalnız kalmıştım. Rum çocuklar, yenilgiyi kabul etmişler ve üstleri toz toprak içinde aşağıdan bakıyorlardı. Biz kazanmıştık.
Mustafa daha sonra gizlice sınava girdi ve Selanik Askeri Rüşdiye’sine kaydını yaptırdı. Mustafa özellikle sınavın yetenek bölümündeki piyadecilik oyununda demir gibi bileği, çelik gibi yüreğiyle komutanların dikkatini çekti.
Kuvvet, kudret, hareket, kabiliyet hepsi Mustafa’da vardı. Gelmedi, dedi komutanlar, bu askeri rüşdiyeye böyle bir öğrenci daha gelmedi. Gelemez, dedi bir başka komutan, dünya durdukça hiçbir askeri rüşdiyeye böylesine bir öğrenci gelemez.

-----------------------------------------------------------------

ARKADAŞIM HALİT
Babam Ali Rıza Efendi kereste tüccarlığı yaptığı için, Selanik dışında çalışıyormuş. O zamanlar anneme Üftade adında siyahi bir kadını yardımcı olarak tutmuş. Daha sonra ben dünyaya gelmişim. İki ay sonra Üftade'nin bir yeğeni doğmuş. Adını Halit koymuşlar. Yaşımız gelince bizi Mahalle Mektebi'ne yazdırdılar ama ben bir süre sonra oradan ayrılıp Şemsi Efendi Okulu'na geçiş yaptım. ( O zamanın ilkokulu ) Halit ise, Mahalle Mektebi'ne devam etti.
Böylece aradan birkaç yıl geçti. Bir gün Halit yanıma gelerek, efendi ve köle kelimelerinin anlamını sordu. Ben, insanların köle olarak kullanılamayacağını ve her insanın bir başkasının değil, sadece kendisinin efendisi olabileceğini söyledim.
Bunun üzerine Halit, sen gel bunları arkadaşlara anlat. Tenim siyah olduğu için, kendilerinin efendi, benim ise, köle olduğumu söylüyorlar, dedi.
Hangi arkadaşların Halit, sınıf arkadaşların mı? diye sordum.
Evet, sınıf arkadaşlarım, dedi.
Bak Halit, dedim, yarın bizim öğretmen izinli, okula gitmeyeceğim. Sınıfınıza gelir arkadaşlarınla konuşurum. Olur mu?
Halit, olur, dedi.
Ertesi gün Mahalle Mektebi'ne gittiğimde Halit'in ikinci dersten sonra ortadan kaybolduğunu öğrendim. Çok aradık Halit'i bulamadık. Ancak akşamüstü eve geldi. Anlattığına göre, köle olmasını ve her dediklerini yapmasını isteyen arkadaşlarından kurtulmak için, mektepten kaçmış ve Selanik dışına çıkmış. Daha sonra benim dediklerimi hatırlamış ve kendisinin efendisi olduğu için, geri gelmiş.
Halit'e arkadaşlarıyla konuştuğumu ve efendi, köle gibisinden iki kelimeyi bir daha kullanmayacakları sözünü aldığımı söyledim.   Halit bir daha Mahalle Mektebi'ne gitmedi. Annesi onu Şemsi Efendi'nin laik okuluna yazdırdı. Halit bizim sınıfa geldi. Fikirler ve düşünceler hür, kelepçe yok. Herkes kendi fikrinin efendisi, köle yok.
Aradan günler geçtikçe Halit bir açıldı. Durgun, düşünceli Halit gitti, neşeli, hareketli Halit geldi. Derslerine çok çalıştı. Mahalle Mektebi'ne giderken sınıfın en tembeli Halit, Şemsi Efendi Okulu'nda sınıfın çalışkanları arasına girmeyi başardı.


Atatürk'ün Çocukluğu - Ezgi Yayınları - Yayın Yılı: Aralık 1994

Logged
Ayla224
Acemi Üye
**


Cinsiyet: Bayan
Mesaj Sayısı: 33

Avatar Yok


Üyelik Bilgileri
« Yanıtla #2 : 06 Ekim 2021, 17:54:10 »


ATATÜRK'ÜN DEPREM ANISI
Yıl 1896. 15 yaşındaydım. Manastır Askeri İdadisi 1. sınıfa gidiyordum. Okulumuz iki katlıydı ve bizim sınıf üst kattaydı. Fizik dersindeydik. Birden sarsıntı oldu. Arkadaşlardan bazıları, hocam, deprem oluyor, dedi. Fizik öğretmenimiz tavanda sallanan lambaya baktı ve sakin olun çocuklar, dedi. Geri geri gitmeye başladı. Kapının yanına gelince hızla kapıyı açıp dışarı kaçtı. Birkaç saniye içinde sınıfta yalnız kaldım. Sağıma, soluma bakındım,  kimse yoktu. Bir süre bekledim. Sonra ayağa kalktım ve pencereye doğru yöneldim. Dışarı baktığımda hayretler içinde kaldım: Okulumuzun mevcudu iki bin kişiydi ve bahçe öğretmen ve öğrenci doluydu. Yere çömelmişler ve öylece bekliyorlardı. Neden korktular hala anlayabilmiş değilim.
Sınıfımdan çıktım, bazı sınıflara baktım, kimse yoktu. Alt kata indim,  sınıflar boştu. Ön kapıdan bahçeye çıkarsam öğretmenler bu davranışımdan hoşlanmazlar diye düşünerek, arka kapıdan bahçeye çıktım. Beni ayakta gören bir öğretmen, otur Mustafa, otur, dedi. Ben de yere çömeldim. Daha sonra aradan zaman geçti ve öğrenciler, öğretmenler nezaretinde sınıflarına gitti.

Atatürk'ün Çocukluğu - Ezgi Yayınları - Yayın Yılı: Aralık 1994

Logged
Ayla224
Acemi Üye
**


Cinsiyet: Bayan
Mesaj Sayısı: 33

Avatar Yok


Üyelik Bilgileri
« Yanıtla #3 : 21 Mayıs 2023, 23:13:17 »


ATATÜRK'ÜN ÇOCUKLUK ANILARI
KARDEŞİM MUSTAFA
Ali Rıza Bey'den olma Zübeyde Hanım'dan doğma 1874 tevellütlü Selanikli Ahmet 9 yaşındaydı. Yanında 8 yaşında olan kardeşi Ömer ve 2 yaşında olan Mustafa vardı. Askercilik oynuyorlardı. Ahmet kardeşlerini uygun adım yürütürken, sol sağ, sol sağ yarın bayram olsa diyordu. Aradan zaman geçti. Ömer yoruldu, eh Ahmet de yoruldu. Dön, dön, nereye kadar. Mustafa yorulmadı, dönmeye devam etti. Ahmet, Mustafa'ya laf olsun diye seslendi: Mustafa, bir otur, dinlen. Sen döndükçe biz yorulduk. Sonunda Mustafa söz dinledi ve bir köşeye oturdu. Ahmet ile Ömer daha sonra kalktı ve yürümeye devam etti.

----------------------------------------------------------

ZÜBEYDE HANIM'IN ÇOCUKLARI
Ahmet, Ömer ve Mustafa evin bahçesinde oynuyordu. Birden ortalık Ömer'in çığlıklarıyla inledi. Yetiş Ahmet abi, beni arı soktu. Ahmet yakındaydı, yerden bir dal parçası alıp, kardeşi Ömer'in çevresini saran yaban arılarına saldırdı. Yaban arıları sağa-sola kaçıştı. Ömer hızla eve girdi ve kapıyı kapadı. Biraz sonra Ahmet de eve girdi ve odasına saklandı. Bahçede Mustafa kalmıştı. Mustafa 2 yaşındaydı ve hayata dolu gözlerle bakıyordu. Yıllar sonra Mustafa Kemal adını alacak ve vatanına saldıran düşmandan kaçmayacaktı. Tıpkı 2 yaşında yaban arılarından kaçmadığı gibi.   

----------------------------------------------------

KOBRA
Yıl 1883. Ali Rıza Bey 44 yaşında, oğlu Ömer 8 yaşındaydı. Birlikte yenice tayin edildiği Çayağzı'ndan Selanik'e dönüyordu. Ali Rıza Bey birden patika yolda bir kobra gördü. Kobra diklenmiş ve yerden yüksekliği 1.5 metre kadardı. Ali Rıza Bey, oğlunu kolundan tuttu: Dur Ömer. Bu kobra yılanı. Çok sinirli. Üstüne yürümek yanlış olur. Belki yakında yavruları vardır. Çevresinden dolaşacağız.
Ali Rıza Bey ile Ömer geniş bir yay çizerek kobrayı arkalarında bıraktılar ve Selanik Yenikapı'daki evlerine  döndüler. Ali Rıza Bey kobra olayını anlattığında Zübeyde Hanım şöyle dedi: Baba oğul çok büyük tehlike atlatmışsınız. Böylesi zehirli bir yaratıktan uzak geçmek doğrudur.

--------------------------------------------------

ATATÜRK'ÜN ABLASI FATMA
Fatma, Selanik'teki evde oyuncaklarıyla oynuyordu. Pek çok oyuncağı vardı ve en çok annesinin yünden ördüğü oyuncak bebeğini seviyordu. Bebeğiyle konuşuyordu ama onun karşılık vermemesi Fatma'yı üzüyordu. Fatma'nın bir gün canına tak dedi ve annesine seslendi:  " Anne, bu bebek konuşur diyordun ama şimdiye kadar benimle hiç konuşmadı. "
Annesi Zübeyde Hanım:  " Kızım, belki bugün konuşacak ve sana merhaba diyecek. Ne biliyorsun? "
" O zaman konuşsun ve bana merhaba desin. "
Zübeyde Hanım, sesini incelterek ve çocuk sesi taklidi yaparak konuştu: " Fatma, nasılsın? Ben senin bebeğinim ve seni çok seviyorum. "
Fatma beyninden vurulmuşa döndü ve bebeğinin konuşması onu çok sevindirmişti. Annesine seslendi: " Anne, duydun mu? Bebeğim konuştu ve ben şimdi çok mutluyum. "
Fatma 4 yaşındaydı ve hayata gülen gözlerle bakıyordu. Bebeği işte konuşuyordu. Fatma bebeğiyle Selanik sokaklarında özgür ve mutlu olarak koşabilecekti.

------------------------------------------------------

ATATÜRK'ÜN ABİSİ AHMET
Annesi oğlunu bakkala yollarken: Ahmet, dededen yarım kilo yoğurt alıver, dedi. Akşama size bir sürprizim var. Hamur işi hazırlayacağım ama pide mi, börek mi, asla tahmin edemezsin.
Bunun üzerine Ahmet: Yoğurt alırım ama hani para? Sen para vermezsen, ben yoğurt alamam. Pidedir, börektir hazırlayamazsın.
Zübeyde Hanım: Aman oğlum, elimde hazır para olmasa ben senden yoğurt almanı ister miyim? Al şu paraları, yeter de artar bile.
Ahmet tencereyi alıp bakkala doğru yola çıktı. Paralar cebinde şıngırdıyordu. Bakkaldan içeri girdiğinde bir heykel gibi donakaldı. Dede, tezgahın üstüne kollarını koymuş, başını elleri arasına almış, uyukluyordu. Ahmet sessizce bekledi. Sağa-sola bakındı. Ekmek dolabını açıp kapadı. Bez perdeyi açtı. Peynir almaya geldiğinde dede oradan peynir verirdi. İki teneke vardı. Biri açıktı ve bir miktar peynir satılmıştı. Bakışları tezgaha yöneldi. Kavanozlar içinde türlü tevir şekerleme vardı. En çok sevdiği pişmişti. Bu yumuşak şekerlerden her gün bir kavanoz yese bıkmazdı. Sonradan dede uyandı. Ne oldu, oğlum, ne istemiştin, dedi.
Ahmet: Ben yarım kilo yoğurt alacaktım, dedi.  Ahmet yoğurdu aldıktan sonra eve doğru yöneldi. Annesi pide veya börek hazırlasa ne fark ederdi? İkisi de hazır yemekti ve yanında ayran olsa cana can katardı.

--------------------------------------------------------

ATATÜRK'ÜN ABİSİ ÖMER 
Ali Rıza Bey'den olma Zübeyde Hanım'dan doğma Ömer 8 yaşındaydı. Kuşpalazı (difteri) salgını vardı. O günlerde Mustafa 2 yaşındaydı.
Bir gün Mustafa Kemal'in abisi Ömer yaşıtı Celal ile evlerinin bahçesinde geziniyordu. Celal birdenbire: Bak Ömer, şu yılanı görüyor musun? Ben bu yılanı alır, parmağımın ucunda sallarım, dedi. Yılan dediği parmak kalınlığında, iki karış boyundaydı.
Ömer: Aman, Celal, bırak yılanı gitsin, sana ne zararı var, dedi.
Celal: Öyle deme Ömer, bu yavru yılan büyür, piton olur. Sen 2 metre olsan, bu yılan 10 metre olur. Yıllar sonra sen adam olsan da fark etmez. Bu yılan seni yakalar ve yutar, dedi.
Aradan dakikalar geçti. Celal, yavru yılanı sallamaya devam etti. Ta ki Celal'den bir ah sesi duyulana kadar. Ömer hızla sağına döndü. Celal diz çökmüştü ve sağ eli morarıp şişmeye başlamıştı.
Ömer, yılanın başını tuttu ve sıktı. Yılanın gücü azalmıştı. Sol eliyle yılanın kuyruğunu tuttu. Ters istikamette döndürerek, Celal'le yılanı birbirinden ayırdı. Yılanın başını taşla ezdi. Bir koşu gidip babası Ali Rıza Bey'i yardıma çağırdı. Ali Rıza Bey, Celal'in koluna ısırığın biraz yukarısından mendiliyle sıkma uyguladı. Kanayan yeri emdi, tükürdü. Bu işlemi defalarca tekrar etti. Baygın Celal kendine gelmeye başladı. Ali Rıza Bey'in dudakları hafiften şişmeye başlamıştı.
Bir kaç gün sonra her şey normale döndü. Celal olanları unutmuş, hayatın akışına kapılmış, savrulup gidiyordu. Ömer, arkadaşını kurtardığı için, babasına teşekkür etti. Geri planda olanların takipçisi Mustafa geleceği şekillendireceği günleri düşünüyor ve gülümsemeye çalışıyordu.

SON

Atatürk'ün Çocukluğu - Ezgi Yayınları - Yayın Yılı: Aralık 1994

---------------------------------------------------------------------------

ATATÜRK'ÜN ÇOCUKLUK ANISI: HASİBE NİNE
Bir gün bakla tarlasından çiftliğe dönüyordum. Toprak yolun kenarındaki eski, tek katlı, ahşap bir evde yaşayan Hasibe Nine'ye uğradım. Hal hatır sordum. Yalnızlığını paylaştım. Testiyi alarak yakındaki dereden su doldurup getirdim.
Hasibe Nine: " Sağ ol evladım!  Sen olmasan şurada açlıktan, susuzluktan kıvranacağım. Bana ekmek, yemek, yoğurt getirirsin. Suyumu doldurursun. "
Ne demek efendim? Bu benim insanlık görevim. İnsanlar yardımlaşmalı, yiyeceğini paylaşmalı. Şu güzelim dünyada hoşça vakit geçirmeli, dedim.
" Benim Mustafam, neler de bilirmiş? Çok bilgiliymiş. Civan boylum benim. Gel de ninen sarılsın sana. "
Hasibe Nine'ye sarıldım ama birdenbire ağlamaya başladı.
Ama neden ağlıyorsunuz? Yoksa canınızı mı yaktım?  dedim.
" Yok evladım, canımı yakmadın. Ben yalnızlığıma ağlıyorum. Yaşlı insanlar, yalnız kalırlar. Yalnızlık zor evladım, çok zor. "
Daha sonra en iyi dileklerle oradan ayrıldım. Çiftliğe doğru yoluma devam ettim. Birden ilerideki çimenlerin arasında uçamayan bir güvercin gördüm. Güvercini alarak çiftliğe götürdüm. Dayım, güvercinin incinmiş olan kanadını tedavi edip, sardı. Birkaç günde iyileşir, dedi.
Ertesi gün güvercini Hasibe Nine'ye götürdüm. Onu bir kafese koydu. İyileşince bırakırım, dedi. İyileşince bıraktı ama güvercin biraz uçtuktan sonra geri döndü. Hasibe Nine'yi çok sevmişti ve ondan ayrılmamaya kararlıydı. Orada olduğum zamanlarda güvercin etrafımda uçuyor ve beni saygıyla selamlıyordu.

--------------------------------------------------------------------------

ATATÜRK'ÜN ÇOCUKLUK ANISI: CUMHURİYET İLAN EDERDİM
Mustafa bakla tarlasında bekçilik yaparken, diğer yandan yeni arkadaşlar ediniyordu. Bunlardan biri de Süleyman'dı. Süleyman komşu çiftliğin sahibinin oğluydu. Fırsat buldukça Hüseyin Ağa'nın çiftliğine gelir, Mustafa'yı bulur ve aralarında oynadıkları oyunlara katılırdı.
Bir gün Süleyman yine oyuna katıldı. Koştu, yoruldu. Yarıcı çocukları gidince Mustafa ile Süleyman bir ağacın altına oturdular.  İlk soru Süleyman'dan geldi: Mustafa, sence bu padişahlık ne zamana kadar sürer?
" Çok sürmez. Sınavlarda üç yanlış bir doğruyu götürür ama üç yanlışın götüreceği doğru yoksa, ben padişah olsam ne olacak? Osmanlı İmparatorluğu uçurumun kenarında. "
Süleyman:  " Bravo Mustafa, her sözünün altına imzamı atarım. Bir de padişahların hanımlarından bahsetsen. "
Mustafa:  " Yıkım kararı alırsın. Osmanlıyı ben yıkamam ama düşmanlar yıkar. Padişahlar, Türk kızları dururken, yabancı kızlarla evlendiler ve çöküşü hızlandırdılar. Bir de saraydan çıkmayan padişahlar var. "
Daha sonraki günlerde bu konu konuşulmaya devam etti.   Bir akşamüstü Süleyman, Hüseyin Ağa'nın çiftliğine geldi ve Mustafa'yı buldu. Babasıyla bazı konularda anlaşamadığını, bir tartışma sonunda babasının kendisini çiftlikten kovduğunu söyledi. Babasının son sözleri şunlar olmuştu:  " Süleyman senin padişah karşıtlığını anlamıyorum. Osmanlı İmparatorluğu ne güzel yönetiliyor. Artık bu çiftlikte yerin yok senin. "
Babasının bu sözleri üzerine Süleyman tasını, tarağını toplamadan yola çıktı ve komşu çiftliğe doğru yöneldi. Orada özgün düşünme yeteneğine sahip bir arkadaşı vardı ve Mustafa, onu sokakta bırakmazdı. Gerçek arkadaş zor günde belli olurdu. İyi günde pasta ikram eden, kötü günde lokmanı elinden alana ben gerçek arkadaş demem diyordu, Süleyman.
Mustafa, Süleyman'ı güler yüzle karşıladı. Süleyman olanları anlatınca çok üzüldü. Daha sonra ikisi birlikte Zübeyde Hanım'ın yanına gitti ve arkadaşının yatıya kalması için, gerekli izni alması zor olmadı.

Akşam yemeğinden sonra Mustafa ile Süleyman, sohbete daldı. Konu yine ülkenin geleceğiydi. Bir ülke yönetiminde sadece koltuk sahipleri söz sahibi olmamalıydı. Her vatandaş yönetime karışır, fikir ileri sürer ve yorum yapardı. Padişah, kral, imparator, halkın sesine kulak vermezse tacını, tahtını verirdi.  Bir aralık Süleyman şöyle bir soru sordu: Arkadaş, bilmem inanır mısın, tıpkısının aynısı ben de seninle aynı düşünceler içindeyim. Temsilde, ülke yönetimini sana bıraksalar, yönetim düzenin nasıl olurdu?
Mustafa:  " Ben Cumhuriyet ilan ederdim. Millet Meclisi olmalı. Burada çeşitli vilayetlerden gelen temsilciler olmalı. Halk, beğenmediği yöneticiyi değiştirebilmeli. "
Mustafa ile Süleyman sonraki iki gün birlikte vakit geçirdiler. Pek çok konuda fikir alışverişinde bulundular. Çiftliğin avlusunda gezdiler, dolaştılar, yoruldular. Daha ertesi gün Mustafa komşu çiftliğe giderek, Süleyman'ın babasıyla bir görüşme yaptı ve Süleyman'ı affetmesini istedi. Baba, Mustafa'ya, sen çok zeki ve dünyada eşi bulunmaz bir çocuksun. Seni kıracağıma kafamı kırarım, dedi ve oğlunu affettiğini söyledi. Çiftliğe geri dönen oğlunun fikirlerine her zaman önem verdi. Anlattıklarını dikkatle dinledi.

Atatürk'ün Çocukluğu - Ezgi Yayınları - Yayın Yılı: Aralık 1994

--------------------------------------------------------------
--------------------------------------------------------------

ATATÜRK'ÜN ÇOCUKLUĞU: CİVCİVLER HOROZ OLDU
Dayımın çiftliğinde günler birbiri ardına geçip giderken, bir gün dayım torba dolusu civcivle çıkageldi: Koş Mustafa koş, bak sana civciv getirdim. Onları besle, büyüt, dedi. Ben bir sandalyeye oturdum. Saydım, civcivler on taneydi. Makbule ile Naciye civcivleri besleyip büyütmeme yardımcı olacaktı.
Geçen günlerle birlikte civcivlerin azalmaya başladığını fark ettim. Çiftliğin bahçesinde dolaşan bir kedi vardı ve civcivleri o kapıyordu. Çiftliğe geldikleri ilk gün orta yere bıraktığımızda dört civciv yanıma geliyordu. Beni tercih etmeyenler, Makbule ile Naciye'nin yanına gidiyordu. Kedi onların civcivlerini yedi. Bana inanan dört tanesini büyüttüm. Hepsi horoz oldu.

--------------------------------------------------------------------------

ATATÜRK'ÜN ÇOCUKLUĞU: EVCİLİK ANISI
Çocukluk çağında yaşadığım unutamadığım anıların başında evcilik anısı vardır. Selanik'te sekiz on yaşları arasında komşu kızları evlerinin önüne kilim serer ve evcilik oynardı. Türk çocukları değil ama ermeni ve rum çocukları bunlara rahat vermez, tepelerine dikilir, alay ederdi. Ermeni Krikor: Vay Fatoş, kurmuşsun evini, bakarsın rahatına. Şu kıza çocuğum dersin, yoktur bunun babası?
Rum Yorgo: Olurum ben o çocuğa baba. Yeter ki kapın açık olsun.
Fatoş, sonunda alaylardan bıkmış ve evcilik oyununa bir baba aramış. Sonunda beni buldu. Olanları anlattı. Biz evcilik oynarken, baba olur musun, dedi. Ben hiç düşünmeden evet dedim. Olaylar gözümün önünde cereyan ediyordu ve görünen köy kılavuz istemezdi.
Ertesi gün Fatoşların evinin önüne kilim serilmişti. Temsilde anne Fatoş ve iki kızı yemek yapıyordu. Ben kilimin ortasında oturuyor ve baba rolündeydim. Ermeni ve rum çocuklar gelip geçiyor ve bana bakıyorlardı. O gün tek laf atan, ileri geri konuşan olmadı. Selanikli Mustafa derlerdi bana. Sonraki günlerde çağırdığı zaman Fatoş'un yardımına koştum. Baba rolü oynadım. Bu zaman süresince sataşma olmadı. Ermeni ve rum çocuklar, dilleri damaklarına yapışmış vaziyette geçip gittiler.

--------------------------------------------------------------------------

DÜŞMANIM ÇOK ŞU ANDA
İki yaşındaki Mustafa abisi Ahmet ile Selanik'in toprak sokağında gidiyordu. Şu temmuz sıcağında deniz kıyısı en iyi yerdi. Ege denizi, adaları çok olan prima bir yerdi. Görkemli bir dev, adadan adaya ayak basar, ayağını suya değdirmeden Girit'e ulaşırdı.
Ortaçağ kalığı zihniyete bel bağlamadan, özgün fikir üreten Selanik'in yıldız çocukları, atılım içindeydi. Aralarında tartışma oluyordu. Bugünkü konuşmaların odak noktası: Dünya dursa ne olurdu? Birkaç saattir süren fikir ayrılıkları neredeyse kavgaya dönüşecekti ki, Ahmet ile kardeşi Mustafa ufukta göründü. Çocuklar, bunlar Ahmet ve Mustafa. Olayı onlara anlatalım, onlar ne derse kabullenelim, düşüncesinde birleştiler.
Dünya dursa ne olur sorusuna Ahmet: Dünyadaki yaşam son bulur, dedi. Bak biz de öyle dedik, siz karşı çıktınız, diyenler sesini yükseltince tartışma giderek alevlendi. Bunun üzerine Ahmet, iki elini havaya kaldırıp teslim işareti çizdikten sonra herkes sustu. Ali şöyle dedi, Veli böyle dedi, demeyi bırakalım ve Mustafa'ya kulak verelim. Mustafa ne derse o olsun,  tamam mı, deyince herkes tamam dedi.
Ahmet: Mustafa dünya dursa ne olur? diye sordu.
Mustafa: Dünya durmaz, döner, dedi ve bütün ağızlar açık kaldı.

---------------------------------------------------------------------------

ATATÜRK'ÜN ÇOCUKLUĞU - ÇİĞDEM TOPLADIK
Bir kış günü sabahı saat 8 sularında Zübeyde Hanım uyanmıştı. Sağa-sola bakındı. Ali Rıza Bey derin uykudaydı. Gümrük memuru olduğu için, geç yatmıştı çünkü ertesi gün tatildi. Öğleden önce kalkmazdı. Zübeyde Hanım çocukların odasına yöneldi. İki yaşındaki Mustafa yatağında uyuyordu. Abileri Ahmet ve Ömer yataklarında yoktu. Beyninden vurulmuşa döndü. Kim, neden yavrularını annesinden ayırırdı? Bu durum inanılmaz bir vurdumduymazlık değil miydi? Kim, ne isterdi bir çocuktan? Diğer odaya baktı. Bahçeye çıktı. Sarışın, mavi gözlüm dediği , canları Ahmet ile Ömer ellerinde birer toprak tencere olduğu halde geliyordu. Oğulları yanına gelince Zübeyde Hanım sordu: Sabahın körü yatağınızda yoksunuz. Bu tencereler de neyin nesi? Bunların içinde ne var?
Ahmet: Anne, gece çiğ yağdı, biz de çiğdem topladık. Hani saksıdaki güllerim, sümbüllerim soluyor dediydin ya, biz de bu durumun önüne geçmek istedik.
Zübeyde Hanım'ın izin vermesiyle oğulları saksılara çiğdem döktü. Aradan günler geçtikçe solmaya yüz tutan güller, sümbüller canlandı, çiçek açtı.

-----------------------------------------------------------------

GÜVERCİN YAVRULARI
Ali Rıza Bey ile Zübeyde Hanım'ın oğulları Ahmet ile Ömer, Selanik'teki evlerinin bahçesinde geziniyordu. Bu bahçedeki ağaçlara nedense güvercinler daha çok konardı. İlkbaharın gelmesiyle birlikte güvercinler yumurtlar ve günler sonra yumurtadan yavrular çıkınca bunları besler, yavrular büyüdükten sonra yuvadan uçup giderdi. Ahmet ile Ömer bu durumu alkışlardı.
Yıl 1883. Ahmet 9, Ömer 8 yaşında. Bir ilkbahar sabahı. Ahmet sabah erkenden kuş cıvıltılarına uyandı. Kardeşi Ömer'i uyandırıp birlikte bahçeye çıktı. Günlerdir takip ettikleri güvercin yuvasındaki 4 yumurtadan 4 yavru güvercin dünyaya gelmişti. Anne ve baba güvercin yavrularına yiyecek bulmak için, uçup gitti. Aniden gökyüzünde bir kartal belirdi ve dönerek alçalarak yuvanın başına kondu. Bir kaç dakika sonra yuvada yavru kalmamıştı.
Ahmet ile Ömer bu durumu korku dolu gözlerle izledikten sonra eve kaçtı ve bahçe kapısını içeriden kilitledi. Tam doymayan kartal bahçe kapısına doğru hamle yaptı ve kapıya çarpıp yere düştü. Daha sonra uçup giden kartal bir daha oralarda görünmedi. 

------------------------------------------------------------------------

ATATÜRK'ÜN ÇOCUKLUĞU:  İYİ YÜREKLİ KIZ
Atatürk'ün ablası Fatma dört yaşındaydı. Bir bebeği vardı, onunla oynuyordu ama bu yetmiyordu. Canı çok sıkılıyordu.Mutfakta yemek pişiren annesinin yanına gitti. Anne, yanına geldim ama bana masal anlatmanı istemiyorum. Bana anlatacak bir hikayen var mı?
Annesi: Aman kızım, ne demek? Sen iste yeter ki benim masallar kadar anlatacak hikayelerim de pek çoktur. Bir adam varmış, insanları çok severmiş. Fakirlere yardım etmek istermiş ama cebinde parası yokmuş. Ah, bir param olsa da şu dünyada fakir kalmasa, diye düşünürmüş. Bu adam sonunda altmış dört yaşına girmiş. Ben en azından bir bu kadar daha yaşarım, dermiş.
Bir gün bu adam yol kenarından giderken, ilaç satan bir dükkanın önünden geçiyormuş. Orada çalışan tezgahtar on altı yaşlarında bir kızmış. Bu adama gülümsemiş ve selam vermiş. Adam da gülümsemiş ve kızın selamını almış. Aradan günler, aylar, yıllar geçmiş.

Bir gün bu adam dağda, bayırda gezerken bir sandık altın bulmuş. Sandığı sırtladığı gibi evine taşımış. Zaman içinde altınların bir kısmını harcamış. Kalanı son nefesini vermeden önce iyi yürekli kıza bağışlamış. İyi yürekli kız altınların kimden geldiğini anlayamamış ama yıllarla altınları harcamış. Köşklerde yaşamış.
Fatma: Anne, hikaye çok güzeldi, demiş. Mutfaktan çıkmış, odasına gitmiş. Acaba ben de günün birinde böyle bir sandık altın bulabilir miyim, diye düşüncelere dalmış.

--------------------------------------------------------------------------

ARKADAŞIM MUHAN   
Atatürk'ün abisi Ahmet 9 yaşındaydı. Selanik'te komşu kadınlar bir evde  toplanmıştı. Aralarında güncel olayları konuşuyor ve dedikodu yapıyordu. Evin oğlu Muhan, Ahmet ve bir arkadaşı ayrı odada akılları yettiğince devlet yönetimi üzerinde fikir üretiyor, yorum yapıyordu. Ahmet, bu gidişat kötüdür, sonuç karanlıktır. Mutlaka aydınlığa çıkılması gerekir, diye anlatırken, Muhan sözünü kesti: Senin aklın kesiyor da yöneticinin aklı kesmiyor mu? O kadar yardımcısı var. Bunlar boşa mı kürek çekiyor? dedi.
Ahmet: O ve onlar, bu durumu fark ediyordur ama önlemini almıyordur. Bu düzenin değişmesini istiyordur. Benim annem Türk ve ben yönetici olsam benim destekçim olurdu. Eğer annem fransız veya italyan olsa beni yanlış yönlendirirdi. Bilmem anlatabildim mi? dedi.

Ahmet sözlerini bitirdikten sonra kısa bir sessizlik oldu. Diğer arkadaşı Muhan'a lavabonun nerede olduğunu sordu. İkisi birlikte odadan çıktı. Ahmet yalnız kalmıştı. Muhan'ın üstüne oturduğu minder Ahmet'in ve arkadaşının minderinden daha büyüktü. Ahmet minderini bırakıp Muhan'ın minderine oturmak istedi. Minderi kaldırdığında altında kağıt para olduğunu gördü. Anında minderin üstüne oturdu ve içini bir korku kapladı. Bu para kaybolursa ve sonradan sen aldın derlerse,  ne yapardı? Korku dolu gözlerle hayata bakarken, iki arkadaşı az sonra geldi. Ahmet'in ağzını bıçak açmadı ve onlar gündelik konulardan konuştu. Daha sonra annesi Zübeyde Hanım odanın kapısını açıp, haydi Ahmet, gidiyoruz, dedi. Arkadaşları odadan çıkınca son bir kez minderin altına baktı. Para orada duruyordu. Gönül rahatlığı içinde odadan çıktı ve annesiyle birlikte eve doğru yürüdü.

--------------------------------------------------------------------

ATATÜRK'ÜN ÇOCUKLUĞU: GERÇEK BİR HİKAYE
Atatürk'ün ağabeyi Ahmet masalları sevmezdi. Bire bin katılarak anlatılan ve çocukların hayal dünyalarını olumsuz yönde etkileyen masallardan hoşlanmazdı. Devler ve cüceler, dünyada bir zamanlar yaşamışlardı. Sen on metrelik bir devi bir buçuk metre boyundaki Keloğlan'a rakip olarak gösteremezdin. Annesi Zübeyde Hanım mutfaktayken, Ahmet geldi: Anne, gerçekten yaşanmış bir hikaye biliyorsan anlat yoksa konuşmasak da olur. Ben burada sessizce oturur ve senin yemek yapmanı ilgiyle izlerim, dedi.

Annesi: Aman oğlum, sen iste, ben sana istemediğin kadar gerçekten yaşanmış hikaye anlatırım. Şu yaşadığımız zaman diliminde bir Mehmet Bey varmış. Bu Mehmet Bey'in buğday, arpa tarlaları, üzüm bağları, portakal, elma, armut bahçeleri bulunuyormuş. Hanımının adı Asiye'ymiş. Uzun boyluymuş. Asiye Hanım'ın da tarlaları çokmuş. Bunların Emin, Zehra, Remziye ve Recep adında dört çocuğu varmış.  Emin zaptiye ( polis ) olmuş. Evlenmiş, çocukları olmuş. Zehra da evlenmiş. Damat bey Nurettin çok hayırlı biriymiş! Zehra'nın babası ve annesi ile sohbeti koyulaştırmış. Babam benim, canım annem ile başlayan afralı tafralı konuşmalarıyla Mehmet Bey ve Asiye Hanım'dan tapuları birer birer almış. Bunun üzerine Nurettin tarlaları, bahçeleri satmış ve lokantalarda, gazinolarda herkese yemek ve içki ısmarlamış. Lokantaların önüne masa, sandalye koydurmuş. Ali gel, Veli gel diyerek evine, işine gideni yolundan döndürmüş. Onları beslemiş.

Aradan günler, aylar geçmiş. Paralar suyunu çekmiş. Mehmet Bey ve Asiye Hanım'ın elinde sadece bir buğday tarlası kalmış. Daha sonra bu damat İstanbul'a taşınmış. İki oğlu, bir kızı varmış. Ailesiyle birlikte uzun yıllar yaşamış. Sonradan hepsi aramızdan ayrılmış.
O son kalan buğday tarlasının ortasına ekilmediği bir yıl adamın biri bir ev yapmış. Tarla sahipliymiş. Mahkeme olmuş, kadıya gidilmiş. Adam, boş tarla, ne bileyim, sahipsiz sandım. Yeter ki evimi yıkmayın, demiş. Mahkeme uzamış, gitmiş. Aradan uzun yıllar geçmiş. Nice kadılar, hakimler gelmiş, geçmiş. Mehmet Bey ve Asiye Hanım bu dünyadan göçünce mirasçıları olan çocukları ve torunları mahkemeye çağrılır olmuş.
Ahmet: Anne, öyle bir hikaye anlattın ki benim dünyamı değiştirdin. Bambaşka bir Ahmet oldum. Şu an kendimi yüz yaşında hissediyorum. Yüz yıl daha yaşar mıyım, bilinmez. Sen böyle hikayeler aklına geldikçe bana anlat. Ben ilgimi senden esirgemem.

SON

Atatürk'ün Çocukluğu - Ezgi Yayınları - Yayın Yılı: Aralık 1994


Logged
Sayfa: [1]   Yukarı Çık :)
 
Gitmek istediğiniz yer:  


Benzer Konular
Konu Başlığı Başlatan Yanıtlar Görüntü Son Mesaj
Çocukluk Çağı Migreni Yeni
Çocuk Gelişimi
kezban62 1 3174 Son Mesaj 03 Temmuz 2013, 08:27:35
Gönderen : Karaelmas
10 Kasım Atatürk’ü Anma Günü Ve Atatürk Haftası Yeni
Tebrikler Kutlamalar
kezban62 0 3024 Son Mesaj 09 Kasım 2010, 17:04:15
Gönderen : kezban62
Çocukluk Çağında Alerji Yeni
Çocuk Sağlığı
KadincaForum 2 3208 Son Mesaj 18 Mart 2011, 10:56:29
Gönderen : _dark_
Müzik Neden Anıları Canlandırır? Yeni
Müzik Bölümü
-minel- 0 1784 Son Mesaj 11 Şubat 2015, 21:35:41
Gönderen : -minel-
Bir Gizli Servis Mensubunun Anıları - Yılmaz Tekin Yeni
Kitaplar Hakkında Bilgi ve Özetler
sanane_61 0 1198 Son Mesaj 18 Mayıs 2015, 13:11:42
Gönderen : sanane_61