Sayfa: [1]   Aşşağı İn :)
Gönderen Konu: Keloğlan Mücevher Ağacı  (Okunma Sayısı 1262 Defa)
0 Üye ve 1 Ziyaretçi Konuyu İncelemekte.
Ayla224
Acemi Üye
**


Cinsiyet: Bayan
Mesaj Sayısı: 33

Avatar Yok


Üyelik Bilgileri
« : 05 Haziran 2021, 20:17:22 »

KELOĞLAN MÜCEVHER AĞACI
Zaman gelmiş, zaman geçmiş. Günler gelmiş, aylar geçmiş. Aylar gelmiş, yıllar geçmiş. Keloğlan elli iki yaşına girmiş, nereden duyduysa adını duymuş, kafasında iyice yer etmiş, mücevher ağacını bulmak üzere yola çıkmış. Keloğlan gele geçe, pınardan soğuk su içe, yolu bir ormana düşmüş. Ormanın adını sorarsanız, Keloğlan bilmez, bana sorarsanız ben hiç bilmem, ağaçlarla dolu bir yermiş. Keloğlan sağına bakmış ağaç, soluna bakmış ağaç, gitmiş gitmiş hep ağaç. Bu durum kafasında şöyle bir çağrışım uyandırmış: Bu ağaçlar, topraktan çıktığına göre, ağaçları toprağın saçları sayarsak, bu orman saçlı bir adamın başına benzer. Saçları olmayan kel birinin başı, ağaçsız bir toprağa benzediğine göre, bu ormana Keloğlan Ormanı demek doğru olmaz.

Keloğlan, ormanda yolunu kaybetmemiş ve ağlamayan, 18 yaşında genç bir kızla karşılaşmış. Keloğlan sormuş:  “ Güzel kız, ormanda kayboldun mu? Anan, baban nerede? Hangi köydensin? Söyle de seni köyüne gö türeyim. “
Bunun üzerine genç kız şöyle demiş:  “ Bu ne soru kalabalığı böyle? Ortada sincap yok, kuyruğu yok, sincabın ağırlığını tahmin etmeye çalışıyorsun. Sincap iki kilo gelse sana ne, dört kilo gelse bana ne? Gelelim çimenin faydalarına: Bu ormanda kaybolmadım. Anam, babam evdedir. Yapraklı Köyü’ndenim. Ormanın ne tarafında kalır bilir misin? “
“ Yapraklı mı? Adını hiç duymadım. Ormanın ne tarafında kalır, ne bileyim? “
“ Hani az önce seni köyüne gö türeyim falan diyordun da. “
“ Ha, doğru ya, öyle dediydim. Seni bu koca ormanda yalnız görünce öyle şaşırdım ki, ne dediğimi bilemedim. Deyiverdim işte. Kız adın ne senin, söyleyiver de bileyim. Konuşma tarzın güzel de, bir acayibime gitti. “
“ Bravo, konuşma tarzım bir kulağından girip ötekinden çıkmamış. O zaman söylediklerim iki kulağına küpe olsun. Benim adım Fatma ama erkek Fatma diye bilirler beni. Anadolu’da Fatma çoktur ama erkek Fatma deyince bir ben akıllara  düşerim. “
“ Fatma. Hem erkek hem Fatma. Ne iş? “
“ İnce iş. “
Daha sonra Keloğlan başından takkesini çıkararak şöyle demiş:  “ Fatma, söyle bakalım, ben kimim? “
Bunun üzerine Fatma sağ kaşını yukarı kaldırarak bir süre Keloğlan’ı süzmüş:  “ Dur bakalım! Yoksa sen şu Keloğlan mısın? “
“ Peh, nasıl da bildin. Ama adım ne diye sormasam, dikkatini toplayamazdın. “
Fatma, Keloğlan’ı bir kucaklamış ki, Keloğlan ayaklarının yerden kesildiğini hissetmiş.
“ Dur kız! Fatma! Bir gören olacak. Sonra ne derler? Bırak beni. “
Fatma, Keloğlan’ı bırakmış:  “ Bu ormanda bizi gören olmaz. Hem görseler bana ne? Dünyanın en ünlü macera kahramanına sarılmışım, kime ne? Vay be! Hal ve gidiş pekiyi. Durum vaziyetleri çok iyi. Çocukluğundan beri yaşadığın olayları bizim köyde hikâye diye anlatıyorlar. Bir zamanlar padişah da olmuşsun. Kaç yaşındasın? “
“ Elli iki yaşındayım. “
“ Elli iki mi? Yok canım, inanmadım. Şuna kırk diyelim, ne dersin? “
“ Tamam, olur. Sen nasıl istiyorsan öyle olsun. Benim de işime gelir kırk yaşında olmak. Dur bakalım, sen kaç yaşında olabilirsin? On sekiz yaşında varsın. “
“ Hey be! İşte size iyi bir tahminci. Keloğlan olsun da benim yaşımı bilemesin? Keloğlan olsun da atıp tutturamasın? Doğru bildin, on sekiz yaşındayım. Sana Keloğlan, Keloğlan diyorum ama yaşın benden ileride. Acaba adınla hitap etmeme izin çıkar mı? “
“ Sen bilirsin be, Fatma. Benim adım Keloğlan. Tabi ki, adımla hitap edebilirsin. Senden küçük beş, on yaşında çocuklar bana Keloğlan derler. Aslında adım İbrahim ama anam bile bana Keloğlan der. “
Daha sonra Keloğlan üstünde altınlar, elmaslar, zümrütler dolu olan mücevher ağacını bulmak ve onları toplayıp, fakirlere dağıtmak istediğini söylemiş.
Bunun üzerine Fatma: “ O topladıklarının bir kısmını kendine ayıracaksın, değil mi? “ diye sormuş.
Keloğlan: “ Yok, öyle şey yok. Bir tekini bile kendime ayırsam elime yapışır. “
“ Ben de seninle gelsem, kendime bir kese altın, elmas, zümrüt alabilir miyim? “
“ İstersen al, sana karışmam ama benimle gelmene anan, baban izin verir mi? “
“ Bunun kolayı var. Bizim köye gideriz, izin isteriz. Köydekiler meşhur Keloğlan’ı görürler. “

Köyde, Keloğlan coşkulu bir şekilde karşılanmış. Eğlenceler düzenlenmiş, ziyafetler verilmiş. Fatma’nın Keloğlan’la gitmesi için, izin çıkmış. Keloğlan dönüşte bu köye uğrayacağına dair köylülere söz vermiş.
Köyden ayrıldıktan sonra, Fatma’nın elinde çuval olması, Keloğlan’ın dikkatini çekmiş. Keloğlan sormuş:  “ Fatma, o çuval nedir? Neden onu gö türüyorsun? “
“ Mücevher Ağacı’ndan kendime ayıracaklarımı buna dolduracaktım. “
“ Ne, buna mı? Bu dünyanın mücevherini alır, taşıması sorun olur. Bu dolunca belki geriye bir avuç mücevher kalır. “
“ Tamam işte. Sen de o bir avuç mücevheri bizim köyde dağıtırsın. Dünyada benden fakir insan bulamazsın. Tek dikili fidanım bile yok. On sekiz yaşındayım, çeyiz bohçamda bir parça kumaş yok. Bohça bomboş. Çuval mücevher dolu olunca bana tüy gibi hafif gelir. “
Keloğlan, Fatma’nın uyanıklığına ve sirke gibi keskin zekâsına hayran kalmış. Keloğlan ile Fatma, dağ-taş yürümüşler, kasabalardan, köylerden geçmişler, soğuk sulardan içmişler ve sonunda içinde mücevher ağacının bulunduğu kutsal toprakların yakınındaki bir köye gelmişler. Keloğlan köydekilere durumu anlatmış. Köydekiler, buna çok sevinmişler. Keloğlan ve Fatma’nın yanına yol gösterici olarak Hasan’ı verip,  yola çıkmasını öğütlemişler. Keloğlan dönüş yolunda nasılsa bu köyden geçecekmiş. Keloğlan’ın bu köyde dağıtacağı mücevherler şimdiden göz kamaştırmış.

Mücevher Ağacı bu köye çok yakınmış ama bu köyden birinin mücevherleri dalından koparması yasakmış, çünkü o zaman Mücevher Ağacı’nın kuruyacağına inanıyorlarmış. Köydekiler, her gittikleri yerde Mücevher Ağacı’nı anlatırlar, yerini tarif ederlermiş. Mücevherler toplandıkça yenisi çıkarmış.
Keloğlan, oradaki köyden Hasan’ı aldıktan sonra, Fatma ile birlikte yola çıkmışlar. Üçü birlikte ileri doğru yürümüşler. Daha sonra bir dereye varmışlar.
Köylü Hasan: “ İşte geldik. Bu derenin adı Hırçın Dere. Dereyi geçtik miydi, kutsal topraklar başlıyor. “
Fatma: “ Hırçın Dere dedin de, bu derenin neresi hırçın? Sakin sakin akıp gidiyor.”
Köylü Hasan: “ Fatma, sen onun adına aldanma. Adı hırçındır ama akışı hırçın değildir. Sessizce akıp gider. Kendimi bildim bileli adı  Hırçın Dere’dir. Eskiler adına öyle demişler. Dereye girmeden paçaları sıvayalım. Korkmayın, bu derenin en derin yeri diz boyunu geçmez. “
Derenin karşı kıyısına ulaştıklarında köylü Hasan: “ Buradan ilerisi göz alabildiğince kutsal topraklardır. Mücevher Ağacı, Uzun Dede türbesinden ileridedir.
Fatma: “ Neden adına Uzun Dede demişler. Boyu iki metre var mıymış?
Köylü Hasan: “ Uzun Dede çok eskiden yaşamış. Boyu iki yaşındayken iki metreymiş. Yirmi yaşına gelince yirmi metre olmuş, artık uzamamış. Altı yüz yaşını aşkın ölmüş. Yedi yüz, sekiz yüz hatta bin yaşında ölmüş diyenler var. “
Fatma: “ Gerçekleri araştırsaydın. Bilgi, belge bulsaydın. Bakalım bunlar doğru mu? “
Köylü Hasan: “ Herhalde doğrudur. Öyle gelmiş, böyle gidiyor. Bazı şeyleri değiştirmeye çalışıp kendimi zorlayacağıma, öyle olduğuna inanıvermek kolayıma gitti. Ne anlattılarsa, ne duyduysam peki dedim. Temsilde, tek başıma bir orduyla savaşacağıma, ordunun saflarına katılıverdim, oldubitti. “
Fatma: “ Sence bir kişi, bir orduyu yenemez mi? “
Köylü Hasan: “ Belki karşı durabilir ama ne zamana kadar? Koskoca bir ordu bir kişiye yenilmez. Bundan ötesine benim aklım ermez. Her neyse artık kutsal topraklar üzerindeyiz. Bu kutsal topraklar da tüm yorgunluğumu aldı. “
Fatma: “ Bu toprağın derenin ötesinde kalan topraktan ne farkı var? İkisinin de üstü çayır, çimen, üzerinde ağaçlar var. Böcek, karınca bunda da var, onda da var. Ya ikisine kutsal de, ya da ikisine deme. Toprak işte, kutsallık bunun neresinde? “
Köylü Hasan: “ Toprağın ikisi de toprak fark yok ama bu kutsal topraklarda Uzun Dede doğmuş, büyümüş. Toprağın her zerresinde, onun ayak izleri varmış. Buralarda basmadık yer bırakmamış. Onun için buralara kutsal topraklar denmiş. Kutsal adamın bastığı yerler kutsal sayılır. “
Fatma: “ Uzun Dede de mi kutsalmış? “
Köylü Hasan: “ Tabi kutsalmış. “
Fatma: “ Buna inanayım mı? “
Köylü Hasan: “ İnanırsın, inanmazsın. Bu sana kalmış. Seni zorlayan yok. Paşa gönlün bilir.”
Fatma: “ İnanmazsam cezalandırılır mıyım? “
Köylü Hasan: “ Cezalandırılmazsın. Kimse sana ceza kesemez. Kutsallık sadece fikirde, düşüncede vardır. Böyle konularda zorlama olmaz. Şudur, şöyledir, başka fikir öne süremezsin, değişik düşünemezsin, diyerek kimse kimseyi kandıramaz. “
Fatma: “ Hasan Ağa, Uzun Dede zamanında yaşamak ister miydin? Her gün görüşürdünüz, konuşurdunuz. Kim bilir sana neler anlatırdı? Hizmetinde bulunurdun ve sevgisini kazanırdın. “
Köylü Hasan: “Nerede bende o şans? Keşke eski zamanlarda yaşasaydım ve Uzun Dede’ye can yoldaşlığı yapsaydım. Artık bu mümkün değil. Ölen dirilmeyeceğine, Uzun Dede geri gelmeyeceğine göre, imkânsız konulardan bahsetmeyelim. Fatma istersen imkânlı konulardan bahsedelim. Bilir misin Uzun Dede pek çok keramet göstermiş. Bir keresinde, buralarda kuraklık olmuş. Halk, toplanıp Uzun Dede’ye gitmiş ve yağmur yağdırmasını rica etmiş. Uzun Dede, es demiş, rüzgâr esmiş, yağ demiş, yağmur yağmış. Bir keresinde, parmağını toprağa sokmuş, su fışkırmış. Yirmi metrelik Uzun Dede’nin parmağı bir metreymiş. Sonradan oraya çeşme yapmışlar. Yolumuzun üstünde, aradan kaç yüzyıl geçmiş hala akıyor. Birer tas su için, bakın Uzun Dede Pınarı’nın suyu kendinden tatlıdır. Ne oldu Fatma, bakıyorum sesin kısıldı. Buna da yalan desene. “

Keloğlan, Fatma ve köylü Hasan, Uzun Dede Pınarı’nın suyundan bolca içmişler. Su, şerbet gibi tatlıymış. Daha sonra köylü Hasan ayağa kalkmış ve şöyle demiş: “ Arkadaşlar, sizinle sohbetin tadına doyum olmuyor ama buraya kadarmış. Bundan sonra yola bensiz devam edeceksiniz. Patika yol, sizi Mücevher Ağacı’na gö türür. Dönüş yolunda başka yol aramayın. Bu, zaman kaybı olur. İlla ki, bizim köyden geçeceksiniz. Ee beni de bolca görürsünüz. Her attığım adımın hakkını isterim. Size boşuna kılavuzluk yapmadım değil mi? “
Bunun üzerine Keloğlan: “ Tamam, Hasan Ağa. Sana bolca, sizin köydekilere azarca dağıtacağız. Sonrasında geriye bana ne kalacak da, fakirlere dağıtacağım. “
Köylü Hasan: “ İyi dedin, Keloğlan. Yalnız benden duymuş olma, ben ve bizimkiler senin elinde ne varsa sahipleniriz ama toplayıcının yanındakine karışmayız. Ondan hak iddia etmeyiz. Fatma’nın elindekiler firesiz geçer. Bilmem durumu anladın mı? “

Fatma’nın elindeki çuvalı Keloğlan’a gösterip gülümsediğini gören köylü Hasan:“ Bak Keloğlan, Fatma işin gerçeğini anlamış, sor da sana anlatsın. Yolunuz açık, çuvallarınız dolu olsun. Hemen düşün yola erken dönesiniz, sizin için yoruldum beni de göresiniz. “
Köylü Hasan’dan ayrıldıktan sonra Keloğlan, Fatma’ya dönerek: “ Fatma, gördün mü? Adamlar, işlerini menfaat üstüne kurmuş. Gidene ağam, gelene paşam diyorlar ama ceplerinin dolduğuna bakıyorlar. Bunların dümen suyuna girersen, senden iyisi yok. Altı patlar, üstü çatlar, bu fikirler, beni dörde katlar. “
Fatma: “ Kusura bakma Keloğlan, ama senin düşüncelerin eski zamanda kalmış. Keserle tahtayı kerterken, yongayı kendi tarafına toplayacaksın. Benim bu çuval ne seni, ne beni aç bırakmaz. “

Fatma’nın söylediklerini ağzı açık dinleyen Keloğlan, daha sonra Fatma’nın dile getirdiği teklifi kabul edip, Fatma ile evlenmiş. Nikâhı Keloğlan kıymış. Geceler geceleri gündüzler heceleri kovalamış. Sonunda, Keloğlan ile Fatma, Mücevher Ağacı’na varmış. Mücevher Ağacı’nın dalları zümrüt, elmas ve yakutla doluymuş.
Keloğlan’ın takkesini çıkararak Mücevher Ağacı’nın karşısına oturmasına aldırmayan Fatma, yanında getirdiği çuvalı açarak alt dallardaki mücevherleri toplamaya başlamış. Dikkatle Fatma’yı izleyen Keloğlan, Fatma’nın ne kadar hızlı hareket ettiğini görünce şaşırıp kalmış. " Ey sen hırslı insan! Şu Fatma’nın hızını görsen dilini yutardın. Be kardeşim, insan bu kadar mı hırslı olur? Bin sene değil, on bin, yüz bin sene yaşasan topladıkların sülalene yeter. Bu kadar hırs niye? “

Aradan zaman geçmiş, Fatma çuvalı doldurmuş, çuvalın ağzını bağlamış, çuvalın ipini beline dolamış. Keloğlan ağaca çıkmış, üst dallarda kalmış mücevherleri kesesine ve ceplerine doldurmuş. Dönüş yolunda Keloğlan ile Fatma, Hasan’ın köyüne uğramış. Keloğlan’ın bir karışlık kesesi, bir dakikada boşalmış. Fatma ise, Hasan’dan eşeğini bir avuç elmasa satın almış. Mücevher dolu çuvalı eşeğe yüklemiş. Keloğlan ile Fatma, günler sonra Fatma’nın köyüne varmış. Bir çuval mücevheri gören köylülerin ağzı kulaklarına kadar açılmış. Yüzlerce köylü, Fatma ile eşeğin etrafına toplanmış. Oynayanlar, zıplayanlar, takla atanlar pek çokmuş. Keloğlan kenarda, kıyıda tek başına kalmış. Buraya ilk geldiğinde iltifat edenler ortada yokmuş.
Keloğlan sol eliyle takkesini çıkarıp, sağ eliyle başını kaşımış, sonra iki elini beline dayayıp etrafına bakınmış. Demek bu köyde benim hiç değerim yokmuş, diye düşünmüş. Cebinden çıkardığı iki elması yakınındaki iki köylüye vermiş. Keloğlan elmas dağıtıyor, diye köylüler bağırmış. Köy halkı, Keloğlan’ın peşine düşmüş. Keloğlan kaçmış, köylüler kovalamış. Keloğlan ormanda izini kaybettirip, köylülerden kurtulmuş.

Ertesi gün Fatma’nın yanına gelen Keloğlan birkaç günlüğüne köyüne gideceğini ve oradaki fakirlere mücevher dağıtacağını söylemiş. Eğer yolda fakir görürsem onları boş geçmem, demiş.
Fatma: “ İyi git Keloğlan, ceplerindeki bir avuç mücevherden başka neyin var? O kadarı kime yeter. “ demiş.
Keloğlan: “ Var canım, olmaz olur mu? Sen çuvalı doldurur gelirsin de Keloğlan o kadarcık mücevhere kanar mı? Bak mintanımın altı mücevher dolu, demiş ve mintanın üstünü çıkarmış. Yola çıkmadan önce anama iki fanilamı alttan diktirmiş ve içine cepler yaptırmıştım. Ben bu yolculuğa fakirler için çıktım ve onlara destek olacağım. İtiraf et Fatma, sen bile bu ince düşüncemi anlamadın, değil mi? “
Fatma: “ Doğru, ben bile anlamadım. Sana boşuna Keloğlan dememişler. Karlar altındaki bir köye gider, buz satarsın. Güle güle git Keloğlan, fakirlere mücevherleri dağıt, onları sevindir. Ben de bu çuvalın bir kısmını vereyim, fakirlere dağıt, bir kısmını da bu köyde dağıtacağım. Kalan yarım çuval mücevher ikimize yeter. “
“ Aslan Fatma, o bir çuval mücevheri kendine saklayacaksın diye ödüm kopuyordu. Şimdi gözümde öyle bir büyüdün ki sorma. “
Keloğlan bir gitmiş, pir gitmiş. Mücevherleri fakirlere dağıtıp, Fatma’nın köyüne dönmüş. Daha sonraki günlerde Keloğlan ile Fatma, bir konak yaptırmış ve bu konakta yaşamaya başlamış. Köye gelişleri bir yılını doldurmuş ki, bir oğulları olmuş. Adını Ali koymuşlar. Birlikte uzun yıllar mutlu yaşamışlar.

SON

Logged
Kadın Temsilcisi
KadıncaForum
*****

Offline

Mesajlar: 27222

View Profile
Re: Keloğlan Mücevher Ağacı
« Posted on: 28 Mart 2024, 13:12:19 »

 
      uyari
Merhaba Ziyaretçi, Öncelikle Sitemize Hosgeldin. Ben KadıncaForum Botu Olarak Siteden Yararlanabilmeniz İçin, Üye Olmanızı Öneririm. Unutmayınız! Bu Site Sadece, Biz Kadınlara Özeldir.

giris  kayit
Anahtar Kelimeler: Keloğlan Mücevher Ağacı oyunlari, Keloğlan Mücevher Ağacı programi, Keloğlan Mücevher Ağacı oyunu indir, Keloğlan Mücevher Ağacı program yükle, Keloğlan Mücevher Ağacı download, Keloğlan Mücevher Ağacı istenmeyen tüyler, Keloğlan Mücevher Ağacı resimleri, Keloğlan Mücevher Ağacı haber, Keloğlan Mücevher Ağacı yükle, Keloğlan Mücevher Ağacı lazer epilasyon, Keloğlan Mücevher Ağacı msn eklentisi, sarki sözleri
Ayla224
Acemi Üye
**


Cinsiyet: Bayan
Mesaj Sayısı: 33

Avatar Yok


Üyelik Bilgileri
« Yanıtla #1 : 04 Aralık 2021, 18:13:56 »


KELOĞLAN İLE ULUDAĞ
Bundan yıllar önce Anadolu'da bir Keloğlan yaşarmış. Bu Keloğlan anasıyla birlikte karınca misali geçinir giderlermiş. Keloğlan çalışmayı sevmezmiş ama anasının zorlamasıyla iş bulup çalıştığı ve üç beş kuruş kazandığı olurmuş.  Keloğlan bir gün bir gezginden duydukları karşısında neredeyse büyük dilini yutacakmış. Gezginin anlattığına göre, Uludağ'da yaşayan kocamış bir ihtiyar varmış ve bu ihtiyar 54 milyon yaşındaymış.

Keloğlan kendi etrafında şöyle bir döndükten sonra:  " Aboov! Sen ne diyorsun gezginim! Hiç o kadar yaşında insan olur muymuş? 54 yaşında deseydin inanırdım da öyle milyon yaşa falan benim aklım ermez. Peki, sen inanıyor musun ihtiyarın o kadar yaşadığına? "
Bunun üzerine gezgin:  " Tabi inanıyorum. İnanmasam sana söyler miyim? Kendisini yıllardır tanıyorum. Ben çocukken ihtiyardı, 30 yaşına girdim yine ihtiyar. Babam, dedem zamanında da ihtiyarmış. Dedemin dedesi de onu tanırmış ve o zamanda ihtiyarmış. En aşağı hesaba vursan 200 yıl çıkar. 200 yaş da az değil hani. "
Keloğlan:  " Onun orası öyle, 200 yaşında olabilir ama 54 milyon bana inanılmaz geldi. Hiç inanmadım. "
Gezgin:  " Seni tanırım Keloğlan, inanmadım dersin ama araştırma yapmaktan geri durmazsın. Ya doğruysa değil mi? Sen meraklı köylüsün. Uludağ'a gidersin. İhtiyarı bulursun. Onunla konuşursun. "

Gezgin, Keloğlan'ı iyi tanıyormuş. Ertesi sabah anasından izin alan Keloğlan, Uludağ'a doğru yola çıkmış. Keloğlan yolda sormuş, soruşturmuş, yeni insanlarla tanışmış, konuyu araştırmış. Gezginin anlattıklarıyla insanların anlattıkları birebir örtüşüyormuş. Uludağ'da milyonlarca yıldır yaşayan bir ihtiyar varmış ve Keloğlan onunla bir an önce tanışmak için sabırsızlanıyormuş.

Sonunda Keloğlan çok yaş yaşamış, dişleri dökülmüş, iki büklüm ihtiyarı bulmuş. Onunla koyu bir sohbete dalmış. Keloğlan sormuş:  " Dedem, ben geldiğimde selam dedim, sen kafanı kaldırıp beni gördün ve hoş geldin Keloğlan, selam evladım, dedin. Benim adımı nereden biliyordun ki? Sanıyorum beni ilk kez görüyorsun."
" Bak bu doğru Keloğlan. Seni ilk kez görüyordum ama adını biliyordum. Benimle görüşmeye gelenlerden bazıları Keloğlan deyip başından geçmiş bir olayı anlattılar. Aslanım, sen çok meşhursun. Gezgine de söyledim, şu Keloğlan'ı kap getir diye. Kendi gelmedi ama seni gönderdi. Benim için seni tanımak zor olmadı. "
" Dedem, şu üç günlük dünyada derler, dünya sence de üç günlük müdür? "
" Dünya üç günlük değildir. Beş günlük de değildir. Yaşadığı günlerin pek çoğunu değerlendirmiş, zamanını boşa geçirmemiş bilgili, kültürlü bir insan şu üç günlük dünyada deyimini kullanmaz. "
" Dedem,  bu dünyaya yalan dünya diyorlar. "
" Olur mu Keloğlan? Dünya yalan olur mu? Tabi ki bu dünya gerçektir. "
İki büklüm ihtiyar aniden doğruluvermiş:  " Bak ben Uludağ'ım. 54 milyon yaşındayım. "
Keloğlan:  " Nee?! Sen Uludağ mısın? "
" Tabi ya ne sandın? Uludağ'ın bir de insansal karşılığı olmalı. Dünya çapında bir dağ derdini anlatabilmeli. Bak Keloğlan, insanlar bir fikir ve düşünce sistemine bağlı kalmamalı. Diğer fikir ve düşüncelere saygı duymalı. Eleştiri kabul etmeli. "
" Dedem Uludağ, seni üzdüysem beni affet. Nice zamandır bu sorular kafama takılıyordu. Soran öğrenir, sormayan ne öğrenmiş, derler. Ben de geldim, seninle tanıştım, memnun oldum. Misafirin iyisi erken kalkandır. İzin istiyorum. "
" İzin senindir Keloğlan. Ama çok erken kalktın. "
" Dedem, bu kadarı yeterli. Konuştuklarımızı anlatmama izin çıkar mı? "
" Çıkar. Ben sözlerimin arkasındayım. "
Keloğlan düze indikten sonra köyünde ve diğer köy ve kasabalarda Uludağ'la konuştuklarını anlatmış. Herkes, Keloğlan'ın anlattıklarını ilgiyle dinlemiş. Bir kişi bile karşı çıkan olmamış. Doğru söze ne denir? Demek ki doğru söyleyen dokuz köyden kovulmuyormuş.

SON

-------------------------------------------------

KELOĞLAN ÇATALTEPE TEKFURUNA KARŞI
Günler geçer, aylar geçer, aylar geçer, taylar geçer. Aradan yüzyıllar geçse de bu masalı okuyan baylar, bayanlar geçer. 
Bu masalı okuyanın
Yaşı kaç olursa olsun, 
İyilik sırdaşı olsun,
Yüreği sevgiyle dolsun.

Masal Keloğlan masalı ama önce Keloğlan'ı değil de, Çataltepe Tekfuru'nu tanıtmakla işe başlayalım. Bu tekfur ovaya sur yaptırır da kalesini kurdurur mu? Kurdurmaz. Neden? Çünkü zalim. Dağ tepelerinde, çataltepelerde fırıldağını maharetle çevirecek. Düzden, ovadan geçen kervanları soyduracak. Elma soymak başka, kervan soymak başka. 

Köy ve kasabalara saldır, insanları yarala, öldür.
Bre geri zekalı tekfur, dur bakalım, geri dur.

O yörede yaşayan insanlar, tekfur belasına dudak bükmüşler, son çare olarak Keloğlan'a gitmişler. Olmazı olduran, nice kötülere dersini veren Keloğlan kırk, elli değil, yüz kişiye olur, demiş. Yardım ederim, demiş. Yüz kişi gidince Keloğlan yüz elli gün düşünmüş ama çare bulamamış:
" Bir kuru canımla ortaya çıksam
Zalim tekfura yeter artık desem
Tekfur bin askerini üstüme salsa
Bir türlü çıkmadık şu canımı alsa
O zaman ne olur, ne değişir?
Ben yolcu, tekfur hancı
Daha çok halkın üstüne çöreklenir.

Canımı tehlikeye atmadan, tekfurun hakkından gelmeliyim. Gücüm yetmiyorsa yardımcı veya yardımcılar bulmalıyım. Ama nasıl, kimi ya da kimleri? "
Keloğlan yüz elli gündür düşünüyor ya bir yüz elli gün de benden oldu mu sana üç yüz gün. Bir yıl bile değil. Tekfurun soyu babadan oğula bin yıldır hüküm sürüyor. Keloğlan bin yıllık saltanatı yıkmak için, varsın biraz daha düşünsün.

Günlerden bir gün Keloğlan bir düzlükte kendi etrafında dönerek bir daire çizmiş ve bu dairenin içine kendini hapsetmişken, bir ses duymuş:  " Hemşerim, dönüp durma sonra başın döner, yere düşersin. "
Keloğlan sesi duymuş, durmuş, başı dönmüş ve yere düşmüş. Keloğlan'ın yere düşmesine sebep olan zincir koparanmış. Zincir koparan Keloğlan'ı yerden kaldırmış. Bunlar konuşmuşlar, konuştukça birbirlerine alışmışlar. Dertlerini anlatmışlar ve bir ortak paydada birleşmişler: Tekfur zaliminin zulmüne dur demek gerekliymiş.

Keloğlan ile zincir koparan Çataltepe'ye tırmanıp naralar atarak tekfurun kalesine saldırmışlar ama tekfurun askerleri onları yakalayıp zindana atmış. Askerler gittikten sonra Keloğlan'ın üzgün halini gören zincir koparan sormuş: " Ne o Keloğlan, çok üzgünsün? Şimdi dert çekecek zaman mıdır? Bir an önce buradan kurtulmaya bakalım. "

Bunun üzerine Keloğlan: " Nasıl üzülmem! Şuna baksana seni zincirle bağladılar, üstüne kırk kilit astılar. Beni ise, adam yerine koymadıkları için, sadece iple bağladılar, ne kilit, ne bir şey. "

" Daha iyi ya Keloğlan, sen bir çabuk kurtulmaya bak. Benim işim uzun sürecek. Hem bana yardım edersin. Zinciri koparırım da şu kilitler başa bela. Kalede ne kadar kilit varsa üstüme taktılar. Beni tanıdıkları için, zinciri bolca sardılar. "

" Senin düşünceni seveyim zincir koparan. Sevinmem gerekirken üzülüyormuşum. Önemli olan, tekfurun kötülüklerine son vermek. İnsanları bu beladan kurtarmak. Önder ha sen olmuşsun ha ben. Varsın ben senin izinden gideyim. Sen yeter ki tekfurun saltanatını yıkacak çareyi bul. "

" Acele et Keloğlan, tekfurun kilitleri anahtarla açılmaz. Bu kilitleri kırmak gerekir. Buradan kurtulduktan sonra dağ devirene gideceğiz. Dağ deviren tekfurun sarayını da, üstünde bulunduğu Çataltepe'yi de devirir. "

" Dağ deviren mi? O da kim? "

" Görürsün Keloğlan, görürsün. Çataltepe'yle birlikte tekfurun sarayı yerle bir olunca onu görürsün. Dağ devirenin farkına varırsın. "

Keloğlan ile zincir koparan tekfurun sarayından kurtulduktan sonra dağ devirenin yanına gitmişler. Zincir koparan olanları dağ devirene anlatmış ve yardım etmesini istemiş. Yıllardır zalim tekfur hakkında anlatılanlarla bilenmiş olan dağ deviren zincir koparanın dürtmesiyle harekete geçmiş. Çataltepe'yi kaldırdığı gibi yere vurmuş. Ortalığı bir toz bulutu kaplamış. Yarım saat sonra toz bulutu kalkınca ortada ne Çataltepe ne tekfur kalmış. Adını kimse bilmeyeceği için, tekfur tarihin karanlıklarında kaybolmuş.


SON

---------------------------------------------------------

KELOĞLAN DENİZDEN BABAM ÇIKTI
Geçmiş zamanlarda bir Keloğlan yaşarmış. Bu Keloğlan'ın bir de anası varmış. Başka kimi, kimsesi yokmuş. Keloğlan dağda, bayırda gezen, dereden, gölden su içen, işsiz, güçsüz bir gençmiş. Anası yat deyince yatar, kalk deyince kalkarmış. Sabahları tarhana çorbası içer, akşama kadar bahçede fare kovalarmış.
Günlerden bir gün anası Keloğlan'a fena kızmış:  " A benim tembel oğlum, bırak fare peşinde koşmayı, çığlık atıp onları korkutmayı. Bak öğlene yemek yok. Evden oltayı al da git denizden balık tut. Hem öğlene hem akşama yemeğimiz olur. "
Bunun üzerine Keloğlan:  " Ama ana, ben balık tutmayı bilmem ki. " deyince anası: " Balık tutmayı bilmiyorsun ama yemeyi biliyorsun. Şimdi sahilde balık tutanlar vardır. Sor, sana öğretirler. Haydi, rastgele. "
Keloğlan oltayı almış, denizin yolunu tutmuş. Sahilde balıkçılara sormuş, balık nasıl tutulur, öğrenmiş. Oltanın ucuna yem takmış, denize atmış. Bir saat beklemiş, sonunda oltanın ipi gerilmiş. Oltaya kocaman bir balık yakalandığı belliymiş. Balıkçılardan yardım istemiş. Balıkçılar, yardıma koşmuş, oltayı çekmişler ve hayretten donakalmışlar. Oltanın ucunda bir adam varmış, adam ayağa kalkmış.
Keloğlan: " Denizden babam çıktı. " diye bağırmış. Gitmiş babasına sarılmış.
Babası: " Yoksa sen benim oğlum Keloğlan mısın? " diye sormuş.
Keloğlan: " Evet baba, ben Keloğlanım. Sekiz yaşımdan beri seni görmedim. Anam, baban bir gün dönecek, derdi. İşte döndün. "
Balıkçılar: " Aman Keloğlan, denizden babam çıksa yerim derdin. Sakın babanı yeme. Onun yerine bu balıkları kızart, ye. " diyerek Keloğlan'a bir sepet balık vermişler.
Keloğlan'ın, babasıyla döndüğünü gören anasının sevincine diyecek yokmuş. Keloğlan tef çalmış, anasıyla babası oynamış. Öğle ve akşam yemeğinde balık yiyen Keloğlan, anası ve babası sonradan uyumak için odalarına çekilmişler. Sabahleyin uyanan Keloğlan babasını evde bulamamış. Ana, babam nerede, diye sormuş.
 Anası:" Bilmem oğul, uyandığımda yatakta yoktu. Gelip bizim durumumuzu görüp gitti. " Keloğlan, nereye gitmiştir, deyince, anası:  " Nereye gidecek oğul, denizden geldi, denize gitmiştir. "
" Ana, ben şimdi oltayı denize atsam yine denizden babam çıkar mı? "
" Hayır çıkmaz. Uyumadan önce baban bana bazı şeyler anlattı. Geldiği yerde rahatı yerindeymiş. Derdi, kederi yokmuş. Oğlum, dedi ağladı, beni de ağlattı. Sonradan ben uyumuşum, uyandığımda gitmişti. "
" Sence babamı bir daha görebilecek miyiz? "
" Görürüz de ne zaman görürüz bilmem. Oğlum denize ara sıra olta atsın, beni yakalamaya baksın dediydi ya kaç zaman sonra oltaya takılır bilinmez. Sen şimdi onu bunu boş ver de babanı gördüğünün keyfini sür. Herkese denizden babası çıkmıyor bilmiş ol. "

SON

-------------------------------------------------------------

KELOĞLANI ÇARMIHA GERDİLER
Keloğlan kasabaya tuz almaya gidiyormuş. Bakmış yolun ilerisinde arabın biri, evin etrafında dönüp duruyor. Keloğlan arabın yanına gelmiş ve arapla birlikte dönmeye başlamış. Keloğlan sormuş: " Ey arap, bu ev senin midir? "

Arap cevap vermiş: " Evet, ev benimdir. Senin adın nedir? "
" Benim adım Keloğlan'dır. Ya seninki? "
" Benim adım da Bekir'dir. Nereye gidersin? "
" Kasabaya giderim. Ya sen niye evin etrafında dönersin? "
" Bir tür inanış. Ben uydurdum, döndükçe kötülükler evden uzaklaşır. "
" Günde kaç defa dönersin? "
" Aklıma geldikçe, kafama estikçe üç-beş defa. "
" Dönmesen, yürümesen, dursan, diyen Keloğlan'a arap çok kızmış. "
" Bana nasıl dönme dersin, " diyen arap Keloğlan'ı yakalayıp bağlamış. Daha sonra ağaç dallarından çarmıh hazırlayıp Keloğlan'ı bu çarmıha germiş. Ellerini, ayaklarını bağlamış. Haydi, bana müsaade, diyen arap yürüyüp gitmiş.

Bu masalı yazmakta olan Serdar Yıldırım Keloğlan'ın haline acımış. Noktayı koyup, kalemi elinden atarak, defterin içine girmiş ve Keloğlan'ın yanında belirmiş. Onun bağlı olan ellerini ve ayaklarını çözmüş. Keloğlan, Serdar'a teşekkür etmiş. Sana bir can borcum var, demiş. Kendisini çarmıha geren arabın tekin biri olmadığını, burada fazla eğlenmemesini söyleyip hızlı adımlarla oradan uzaklaşmış.

Serdar sağa-sola bakınırken arap gelmiş. Serdar'dan Keloğlan'ı bıraktığını öğrenen arap küplere binmiş. Bağırıp çağırmış. Hırsını alamayan arap Keloğlan'ı çarmıha gerdiği yere bu kez Serdar'ı bağlamış. Haydi, bana müsaade deyip yürüyüp gitmiş. 

Aradan yarım saat geçmiş geçmemiş Keloğlan geri gelmiş. Serdar'ı çarmıhtan indirmiş. Sana can borcum ödendi, demiş. Bunun üzerine Serdar gelecekten geldiğini, yazdığı pek çok masalın yanı sıra Keloğlan masalları da yazdığını, şimdiye kadar yirmi tanesinin bittiğini söylemiş. Masalları internette yayınladığını, yayınevlerinin bunların bazılarını masal kitaplarına aldığını belirtmiş. 

Keloğlan: " İnternet nedir bilmem ama benim masallarımın kitaplara geçmesine çok sevindim. Herkes okuyor mu onları? "
Serdar: " Evet Keloğlan. Herkes okuyor. "
Keloğlan: " Dur bak Serdar, başımdan geçen birkaç olayı anlatayım. Onların da masalını yaz. "
Serdar: " Tamam, olur Keloğlan. Ama önce buradan uzaklaşalım. Arap gelirse bu kez ikimizi birden çarmıha gerer, kurtaran da olmaz. "
Keloğlan: " Doğru ya, ben arabı unutmuştum. O kadar yalvardım beni çarmıha gererken, bir merhamet göstermedi. "

Serdar: " Bense araba hiç yalvarmadım. Yaptığının yanlış olduğunu söylemekle yetindim. Senin geri geleceğini biliyordum. Bu Keloğlan benim bildiğim Keloğlan ise, buralardan gitmemiştir, bizi seyrediyordur, diye düşünüyordum. Hani can borcum diyordun ya onu ödemek için. Ben senin kadar zeki olsam başka ne isterim. "

Keloğlan: " Bütün sözlerin doğru. Anam haricinde herkes benim zeki olduğumu söyler. Şu gördüğün saksı boş değil yani. "

Karşıdaki ormandan çıkan arabı gören Keloğlan ile Serdar ayrı yönlere bir kaçış kaçmışlar ki sormayın! İkisi aynı yöne kaçsalar ve araba yakalansalar kim kurtaracakmış? "
Arap daha sonra evine girmiş, yemek yiyip, yatıp uyumuş. Gece yarısı şiddetli bir yağmur yağmış. Bu arada arabın evine yıldırım düşmüş. Arap artık yaşamıyormuş. 

SON

-------------------------------------------------------

KELOĞLAN İLE DAĞ ASLANI
Bir varmış iki yokmuş, üç varmış beş yokmuş. Evvel zamanda Keloğlan'la anası varmış. Keloğlan küçükken çalışmayı sevmezmiş, büyüdükçe çalışmayı sevmemeye devam etmiş. Evde yatar uyurmuş, tarlaya gitse uyurmuş. Bir gün anası Keloğlan'a kızmış:  " Oğlum, on koyunumuz var, bari onları götür otlasınlar. Bir işe yara. " demiş.

Bunun üzerine Keloğlan anasının sözünü dinlemiş, koyunları alıp dağa çıkmış. Koyunlar otlarken, Keloğlan uyuya kalmış. Koyunlar almış başını gitmiş. Neden sonra Keloğlan uyanmış. Bakmış koyunlar yok, sağa sola koşmuş, koyunları aramış ama boşuna, çaresiz eve dönmüş.  Keloğlan'ın koyunları kaybettiğini öğrenen anası sopasını eline alıp, Keloğlan'ın üstüne yürümüş. Keloğlan kaçmış, anası kovalamış:   " Keltoroş seni, on koyun güdemezsin, en büyük benim dersin. Koyunları bulmadan eve dönme. " diyerek arkasından bağırıp çağırmış.

Keloğlan anasından kurtulduktan sonra uyuyup kaldığı yere gitmiş. Koyunların izini aramış. Çok uzaklardan gelen bir mee sesi duymuş. Koyun melemesi karşıki kayalıktan geliyormuş. Kayalığa doğru yürümüş, melemeler çoğalmış. Oradaki bir mağaraya girmiş ve koyunları bulmuş.   Bu mağara bir dağ aslanının mağarasıymış. Keloğlan'ın mağaraya girdiğini gören dağ aslanı Keloğlan'ın üstüne atılmış ve onu yakalayıp koyunların yanına bağlamış. Keloğlan dağ aslanından aman dilemiş:  " Ey dağ aslanı, ben ettim sen etme. Seni rahatsız ettim, kusura kalma. Bir anam var, koyunları ister. Büyüklük göster, sal bizi, bırak yolumuza gidelim. "

Bunun üzerine dağ aslanı:  " Sus, sessizce otur orada. Hem kafan kel hem de çok konuşuyorsun. İki günde bir koyun yesem yirmi günde koyunlar biter. Sonra sıra sana gelecek. Acaba seni nerenden yemeye başlasam? Cevaplamam gereken zor bir soru bu. "

Keloğlan bakmış olacak gibi değil, dağ aslanı laftan anlamaz. Bir kurnazlık düşünmüş:   " Sayın dağ aslanı, siz bu dağın kralısınız ve burası sizin sarayınız. Bu saray çok kirli. Ellerimi çözün sadece bir ayağım bağlı kalsın, her yeri silip süpüreyim. "
Dağ aslanı:  " Doğru, ben bu dağın kralıyım. Burası beni sarayım. Saraylar kirli olmaz. "
Dağ aslanı Keloğlan'ın ellerini çözmüş. Keloğlan hemen temizliğe başlamış. Bir saat sonra dağ aslanı gidince Keloğlan ayağındaki ipi çözmüş. Koyunlarla birlikte mağaradan kaçıp gitmiş.
Keloğlan'ın koyunlarla geldiğini gören anası onları coşkulu bir şekilde karşılamış. Keloğlan'ı yanaklarından öpmüş, koyunları ağıla kapamış. Daha sonra Keloğlan'la anası geceyi geçirmek üzere evlerine çekilmişler.

SON

---------------------------------------------------------

KELOĞLAN PADİŞAHIN OYUNU
Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde. Tilkilerin kümeslerden uzak durduğu, farelerin kedilerden korkmadığı bir devirde yaman mı yaman bir Keloğlan yaşarmış. Bu Keloğlan dağ-taş gezermiş, soğuk sulardan içermiş. Anasıyla birlikte karınca kararınca yaşayıp gidermiş.

Bir öğle vakti Keloğlan evde anasıyla konuşurken, kapı çalınmış. Anası kapıyı açmış. Gelenler, ak sakallı, yaşlıca bir adam ile dünya güzeli bir kızmış. Anası misafirleri eve buyur etmiş. Keloğlan'ın kızı görünce aklı başından gitmiş. Kıza aşık olmuş. Anası öbür odaya geçince, ana bu kızı bana istesene, demiş. Anası, kimdirler, nedirler bilmeyiz, nasıl olup da eve gelen misafirden kızını isteriz, dediyse de Keloğlan'ın ısrarı karşısında kızı babasından istemiş. Meğersem bunlar tebdil kıyafet gezen o ülkenin padişahı ve kızıymış.

Padişah:  " İyi de Keloğlan, kızımı nerede yaşatacaksın, nasıl geçineceksiniz? Anlat da bilelim. " demiş.
Keloğlan:  " Ondan kolay ne var canım. Onu sarayımda yaşatırım, pek de güzel geçindiririm. " demiş.
Padişah:  " Saray mı? Ne sarayı? Senin sarayın mı var, Keloğlan? " diye sormuş.
Keloğlan:  " Tabi canım. Şu dağın ardında kalan saray benimdir. " demiş.
Padişah, Keloğlan'ın dediği sarayı hemen bilmiş, çünkü o saray kendi sarayıymış. Keloğlan'ın oyun ettiğini anlamış. Onun oyununa karşılık kendi de bir oyun oynamak istemiş:  " Bak sen. Bravo sana Keloğlan, demek senin bir sarayın var. Hem tanınmış birisin hem de zenginsin. Kızımı senden daha iyi birisine mi vereceğim? Şimdi biz gidelim. Haftaya bugün sarayına misafir oluruz. Haydi, kal sağlıcakla. " demiş ve kızıyla birlikte çıkıp gitmiş.
Padişahla kızı gidince Keloğlan'ı bir düşüncedir almış. Demediğini bırakmayan anasından kurtulmak için dışarı kaçmış. Durum buymuş ve bir hal çaresi lazımmış. Şöyle mi yapsam, böyle mi etsem derken, sonunda kararını vermiş. Olanları padişaha anlatıp yardımını isteyecekmiş.

Padişah ise, Keloğlan'ın saraya geleceğini tahmin ediyormuş. Keloğlan'ı görüşme odasına aldırmış ve araya gerili perdenin arkasından Keloğlan'la konuşmuş. Keloğlan'ın dediklerini kabul edip, sarayı Keloğlan'ın emrine bırakmış ve kızıyla birlikte yakındaki konakta kalmaya başlamış.   Keloğlan saray görevlilerinden hazırlıkların bir an önce tamamlanmasını istemiş. Padişah ve kızı söz verdikleri günde misafirliğe gelmişler. Görevliler, durumdan haberdar oldukları için, padişah ve kızına misafirmiş gibi davranmışlar. Yemekler yenmiş, ayranlar içilmiş. Sohbet giderek koyulaşmış ve geç vakitler padişah ve kızı giderken Keloğlan ve anasını konağa davet etmişler.   Konakta anası padişahtan kızını Keloğlan'a istemiş. Kızının olurunu aldıktan sonra padişah evet demiş ve kızını Keloğlan' a vermiş.   Sarayda yapılan düğüne padişah, padişah kıyafetiyle, kızı Aysel de sultan kıyafetiyle katılıp kimliklerini belli etmişler. İlk anda çok şaşıran Keloğlan ve anası zamanla buna alışmışlar. Saray görevlileri padişahın oyununu konuşmuşlar. Keloğlan ve Aysel evlenip mutlu olmuşlar.

SON



Logged
Ayla224
Acemi Üye
**


Cinsiyet: Bayan
Mesaj Sayısı: 33

Avatar Yok


Üyelik Bilgileri
« Yanıtla #2 : 04 Aralık 2021, 18:16:01 »


KELOĞLAN'IN HOROZU
Bir varmış bir yokmuş. Yumurtadan civciv çıkmış. Civciv büyümüş piliç olmuş. Piliç büyümüş tavuk olmuş. Tavuk yumurtlamış. Yumurtadan civciv çıkmış. Bu civciv büyümüş horoz olmuş.
Bu horoz bir gün sol- sağ, bir- iki uygun adım giderken Keloğlan'la karşılaşmış ve Keloğlan'ın yanından sıyırtıp geçmiş. Keloğlan ağzı açık horozun arkasından baka kalmış. Çabucak toparlanıp bir koşu horozun önüne çıkmış. Karşısında Keloğlan'ı gören horoz durmuş.

Keloğlan:  " Ne o Toros? Yürüyüp gidiyorsun. Beni tanımadın mı? "
Bunun üzerine horoz:  " Tanıdım da, seni tanıdım diye durmam gerekmez. "
" Bana kızgınsın, yenilgiyi benden biliyorsun. "
" Daha her şey bitmedi. Şu yeni nesil. Bak civcivlere, bunların çoğu horoz olacak. Yakında yeni bir ordu kuracağım. Zafer bizim olacak. "

Altı ay kadar önceydi. Uzun bir zamandır tilkiler, kümeslere giriyor ve tavukları götürüp ormanda yiyordu. Kümes hayvanları tilki korkusu altında yaşamaktan bıkmıştı. Daha sonra Toros çıktı ve kümes hayvanlarını bir bayrak altında toplamayı başardı. Horozlardan ordu kurdu, bu orduyla haksızlığa baş kaldırdı ama tilki ordusuyla yapılan meydan savaşında bozguna uğradı. Savaştı, sonuna kadar savaştı, tek kaldı ve kuşatmayı yarıp yaralı olarak kurtuldu. Yarası iyileşince ortaya çıktı ama bu defa çok daha fazla hırslıydı.  Keloğlan'ı tanımamasının sebebi ise, biraz daha sabret,  savaşa girme, kazanma şansın çok az demesinden kaynaklanıyordu. Zamanla civcivler piliç, piliçlerin çoğu horoz oldu. Çevreden binlerce horoz gelerek Toros'un özgürlük bayrağı altında toplandı.   Keloğlan'ın, çok kalabalıksınız, siz bu savaşı kazanırsınız demesi üzerine yapılan savaşı horozlar kazandı. Keloğlan'ın horozu, zafer kazandı ve kalan az sayıda tilki ormanın derinliklerine çekildi.

SON

-----------------------------------------------------------

KELOĞLAN'IN KUZU SEVGİSİ
Keloğlan kasabaya giderken yolda bir kılıç bulmuş. Kasabaya varınca kılıcın sahibini aramaya başlamış. Kime sorduysa ne kılıcı daha önce gören ne de sahibini tanıyan çıkmamış. Hayvan pazarından geçerken küçük bir kalabalık Keloğlan'ın etrafına toplanmış. Birkaç kendini bilmez Keloğlan'la alay etmeye başlamış.   Adamlardan biri orta yere bir kuzu getirmiş:  " Şu kuzuyu kılıçla keselim. Şişe takıp döndürelim. Nar gibi kızartalım. Afiyetle yiyelim. " demiş.

Bunun üzerine Keloğlan:  " Aman ağalar, etmeyin, eylemeyin. Ne istersiniz bir garip kuzudan? Daha doğalı kaç gün olmuş? Bırakın yaş yaşasın, ömür sürsün. Kuzu kesenin, kuzu eti yiyenin başına türlü belalar gelirmiş. Bunu bilmez misiniz? "
Keloğlan'ın haykırışı ses getirmiş. Kalabalıktan birkaç kişi Keloğlan'dan yana çıkmış. Kuzunun sahibi, kuzuyu götürmüş. Az önce keselim, döndürelim, kızartalım, yiyelim diyen adamlar, Keloğlan'dan özür dilemişler. Keloğlan'ı üzmemek için, kuzu kesmekten, kuzu eti yemekten ömür boyu vazgeçmişler.   Son sözü Keloğlan söylemiş:  " Kuzu eti yiyen olmasa kuzular kesilmez. Kuzuların kesilmemesi için, sizler de kuzu eti yemekten vazgeçmek istemez misiniz? "


SON

---------------------------------------------------------

KELOĞLAN BEBEK DEV
Bir varmış, bir yokmuş. Bir Keloğlan varmış. Bol bol yemek yer, bel bel bakınır, yan gelip yatarmış. Anası bir gün kızmış Keloğlan'a:  " A benim kel oğlum. Bütün gün yatmasan, bir işe yarasan, bak önümüz kış, dağdan odun kır getir, benden sana alkış. " demiş. Bunun üzerine Keloğlan, anasını daha fazla üzmemek için, baltayı kaptığı gibi dağa çıkmış.  Keloğlan dağda kesilecek ağaç aramış, durmuş. Onurlu, kişilik sahibi insan yaş ağaca balta vurmazmış ya, Keloğlan da dağda boşu boşuna kuru ağaç aramış. Keloğlan ağaçlara acıya dursun ilerden bir yerlerden bebek ağlaması, ınga sesi duymuş. Keloğlan sesin geldiği yöne doğru gitmiş ve sonunda büyük bir mağarada ağlayan kocaman bir bebek devle karşılaşmış. Bebek dev mağara duvarına tutunup ayağa kalktığında boyu dört metreyi buluyormuş.

Bebek dev, mama, mama, der dururmuş. Keloğlan onun acıktığını anlamış. Hani anne, baba, demiş.
Bebek dev: " Anne, baba yok, gitti. " demiş.
Keloğlan, ne istersin, deyince bebek dev, süt, süt, demiş. Keloğlan, iki saat bekleyebilir misin ? Ben bir koşu köye inip sana süt getireyim, deyince, bebek dev, olur, demiş. Keloğlan fırlamış, köye inmiş, köylüleri olaydan haberdar etmiş. Güğümlerle, bidonlarla süt köylüler tarafından taşınıp, bebek dev beslenmiş.

Ertesi gün bebek dev, yanında köylüler olduğu halde, emekleyerek dağdan düze inmiş, köye gelmiş. Köydeki çiftlikler ve mandıralar bebek deve süt yetiştirmişler. Bebek dev birkaç ayda emeklemeyi bırakıp, ayağa kalkmış. Bebek devin köyde gezerken, köylülere iştahla baktığını kimse fark etmemiş. Sonraki günlerde adamlar ve kadınlar kaybolmaya başlamış. Keloğlan bebek dev geldikten sonra bu böyle oldu, diye düşünmüş. Bebek devi takip etmeye başlamış. Sonunda onu bir köylüyü yakalayıp ağzına götürürken görmüş.

Keloğlan: " Hey bebek dev, bırak o köylüyü, yeme. " demiş. Bebek dev köylüyü bırakmış, köylü kaçıp gitmiş. " Ey bebek dev, ben seni mağarada bulduğumda çaresizdin. Sana yardım etmesem, hayatla mücadeleni kaybederdin. Köylülerin de sana yardımı büyük oldu. Neden onları yiyorsun? "
" Şey! Ama köylüler çok tatlı. Çıtır çıtır yedim onları. "

Sözün bittiği yer burasıymış. Keloğlan bebek devle konuşmasına devam etse ne olacakmış? Şöyle bir düşünmüş. " Bebek devi köylülerin başına bela eden benim. O zaman bu belayı ben defetmeliyim. " Keloğlan köylülerle birlikte bir sal yapmış. Bu sala bebek devi oturtmuşlar ve eline bir kürek verip denize uğurlamışlar. Bebek dev bol bol kürek çekmiş ve bir adaya ayak basmış. Bu adada insan yokmuş, hayvan yokmuş. Bebek dev et yiyememiş ama ot ve yaprak yemiş. Yıllar geçmiş, boyu on metreye ulaşmış. O, bir bebekken Keloğlan'ın ve köylülerin ettiği yardımları unutmamış. Köylülere yaptığı haksızlığı utanarak anımsamış.

SON

---------------------------------------------------

KELOĞLAN DEV FARE
Bir varmış, bir yokmuş. Bir dev fare varmış. Aha manda kadarmış.
Fare, fare, dev fare, nasıl geldin bu hale?
Ne yedin de böyle oldun, bir göründün, bir kayboldun.

" Dağda, bayırda gezerim, ne bulursam onu yerim.
Kedilerin düşmanıyım, yakalarsam kedi de yerim. "

Aman fare, yaman fare, başı büyük, kocaman fare.
Sakın kasabaya gitmeyesin, insanları üzmeyesin.

" Aman insan, yaman insan, başı küçük, kösemen insan.
Kasabaya gidiyorum, insanları üzüyorum. "

Dev fare arkasında yüzlerce normal fare olduğu halde kasabaya giriş yapmış. Şarkılar söyleyerek sokaklarda gezmişler. Ortalıkta ne bir insan, ne bir kedi görünmüyormuş. Dev fare ve arkadaşları, bu kasabada günlerce kalmışlar. Kilerlerde, ambarlarda ne varsa yiyip bitirmişler.

Bir gün kasaba dışındaki yolda nöbet bekleyen fareler, ilerden gelen kel kafalı bir genci görmüşler. Durumu dev fareye bildirmişler.

Dev fare: " Sakın bu Keloğlan olmasın? Adını çok duydum ama kendisini hiç görmedim. Gidin sorun bakalım kimmiş, neyin nesiymiş? Eğer bu Keloğlan ise, yandığımızın resmidir. Bizi bir dakika bu kasabada tutmaz, bilmiş olasınız. "

Bunun üzerine oradaki farelerden biri: " Aman efendim, siz neler söylüyorsunuz? Gelen Keloğlan olsa ne olacak? Bize ne yapabilir ki? İzin verin onu geldiği yere kadar kovalayalım. "

Dev fare: " Kimi kovalıyorsun? Keloğlan senden, benden kaçar mı sanıyorsun? O korkmaz, korkutur. Yenilmez, yener, ezilmez, ezer. Kaybettiği görülmemiştir. "
Farelerden biri gitmiş ve az sonra geri dönmüş. Gelen genç Keloğlan'mış. Dev fare Keloğlan'ın karşısına çıkmış. Onu saygıyla selamlamış. Hoş geldiniz, demiş.

Dev fareyi görünce Keloğlan'ın aklı başından gitmiş. Çok korkmuş, bir ağacın arkasına saklanmış:  " Uy anam, o neydi öyle? Kocaman, öküz kadar! Etraf fare dolu. Bu onların babası olsa gerek. Öküz faresi mi desem, fare öküzü mü desem? Beni yakalarsa yer bu ya. Yandım ki hem ne yandım. " diye söylenirken, dev farenin sesini duymuş:  " Keloğlan Bey, saygıdeğer Keloğlan Bey, nasılsınız, iyi misiniz? "

Bunun üzerine Keloğlan önce saklandığı ağacın arkasından başını çıkarmış, durum vaziyetini kontrol etmiş, ortamın müsait olduğunu görünce ortaya çıkmış. Bakmış dev fare karşısında el pençe, divan duruyor:  " Seni gidi minik, beni niye korkuttun bakayım? Gel buraya kulaklarını çekeyim. "

" Aman efendim, ben kim, sizi korkutmak kim? Asıl ben sizden çok korkuyorum. "
" Yapma ya..! Minik, benden niye korkuyorsun çabuk söyle bakalım? "
" Sizi tanımayan, Keloğlan adını bilmeyen yoktur. Ben dağdan geldim. Oralarda herkes sizin başınızdan geçen olayları anlatıyor. İnanın sizin hikayelerinizi dinleyerek büyüdüm. "
" Büyümüşsün ama fazla büyümüşsün. Bundan sonra benim hikayelerimi az dinle. "
" Hani siz iyisiniz ama rakipleriniz kötüdür. Ben sizin tarafınızdan olmak istiyorum. Bugün burada olanları duyanlar beni kötü bilmesinler. Kasabalıların biraz yiyeceğini yediydik. Şu iki çuval altın zararı karşılar. Ben bu altınları dağda sebze, meyve satarak kazandım. Ayrıca kasabalılardan özür diliyorum. Şimdi dağlara dönüyorum ve bir daha dağdan inmem. "
" Yolun açık olsun, güle güle git. Kimse seni kötü bilmez, merak etme. "
Daha sonra dev fare ve öbür fareler şarkılar söyleyerek kasabayı terk etmişler. Altınlar kasabalının zararını karşılamış. Kasabalılar, Keloğlan için, eğlenceler düzenlemişler, ziyafetler vermişler. Böylece Keloğlan kasabalıları farelerden kurtarmış olmuş.


SON

--------------------------------------------------------               

KELOĞLAN SITMA SAVAŞI 
Eski zamanlarda bir ülkenin padişahının yüz tane çocuğu varmış. Bu çocukların ellisi oğlan, ellisi kızmış. Padişah oğlanlar büyüdükçe onları değişik şehirlere sancak beyi olarak göndermiş. Kızlarını ise, sevdikleri gençlerle evlendirmiş. Sadece biri, evlenmeye yanaşmamış. Bu da padişahın kızlarının en güzeli olan en küçük kızıymış. Bütün taliplerini geri çevirmiş. Çünkü hiç birinde aradığı özellikler yokmuş. Benim evleneceğim erkek mütevazi, cesur, bilgili ve atılgan olmalı diyormuş. 

Günün birinde bu ülkede ateşli bir hastalık olan sıtma baş göstermiş. Hastalık kısa sürede yayılmış. Pek çok insan yataklara düşmüş. Ülkenin hekimleri, bilginleri hastalığın çaresini bulamamışlar. Padişah, hastalığı önleyip, hastaları iyileştirene on eşek yükü altın vereceğini bildirmiş. Ayrıca en küçük kızını bu kişiyle evlendireceğini ilan etmiş. Olanlardan haberdar olan Keloğlan anasından izin alıp başkente gitmiş.

Saray bahçesinde padişahın en küçük kızını gören ve onunla konuşan Keloğlan ata binerek dağlarda, ovalarda günlerce yol almış.  Şehirlere, köylere giderek hastalarla ve hasta yakını çocuklarla konuşmuş. Hastalar, sivrisinek soktuktan sonra bu hastalığa yakalandıklarını ve sivrisineklerin bataklıkta çoğalıp etrafa yayıldığını anlatmışlar. Birkaç hasta yakını çocuk, Keloğlan'a bataklığı ve buraya suyunu akıtan dereyi göstermiş. Keloğlan derenin akış yönünü değiştirip denize yönlendirerek, bataklığı kurutmayı planlamış. Böylece sivrisineklerin yaşam alanı yok olacakmış. Keloğlan'ın yanındaki çocuklar, komşu şehir ve köylere giderek olaydan diğer çocukların haberdar olmasını sağlamışlar. Keloğlan çağırıyor, gelmelisiniz, demişler. Birkaç gün sonra derenin kenarındaki ovada binlerce çocuk toplanmış. Bu çocuklar, Keloğlan'ın söylediklerini yaparak toprağı kazıp kanal açmışlar ve dereyi denize akıtmışlar. 

Suyu kesilen bataklık, sıcak havanın etkisiyle on günde kurumuş. Oralardaki sivrisinek nesli yok olmuş. Keloğlan sivrisinek sokmasıyla ortaya çıkan sıtmanın önünü almış. Sıtmalı hastalara kına kına kabuklarından hazırladığı ilacı içirerek iyileşmelerini sağlamış. Padişahın verdiği on eşek yükü altının, bir eşek yükü bana yeter, diyerek dokuzunu çocuklara dağıtmış. Padişahın en küçük kızıyla evlenmiş. Düğün hediyesi olarak verilen sarayda yaşamaya başlamış. Anasını yanına almış. Üçü birlikte gelecek güzel günlere gülümseyerek bakmışlar. Masalımız da burada bitmiş. 

SON


----------------------------------------------------------------

AVCI KELOĞLAN
Bir varmış, pir varmış, pir nereye varmış? Pir nereye varmışsa pire de oraya varmış. Daha sonra pir pireyi toprağa dikmiş. Pire toprakla birleşmiş. Pir kaçmış, pireyle toprak kovalamış. Toprak yaprağa dönüşünce pire yalnız kalmış. Bu sefer pireyle yaprak kaçmış, pir kovalamış. Tekerleme böyle uzar gider, bir değil bin sayfa yazsam da sonu gelmez. Biz yolu uzatmayalım, kestirmeden dönelim, şu yazdığım Keloğlan masalını övdükçe övelim.

Kadim zamanlarda bir Keloğlan yaşarmış. Hey benim boyuna posuna kurban olduğum, güler yüzlü, temiz sözlü, can bülbülüm, huma kuşum. Sen olmasan ben derdimi, kederimi kimle, nasıl paylaşırım? Sen hep var ol, korkma, ben adını sonsuza dek yaşatırım. Benim adım da varsın Keloğlan adıyla kaynaşıversin, kim bunu fark eder ki?

Keloğlan anasının zorlamasıyla eline ok ve yay alıp ava çıkmış. Keklik, tavşan, ceylan ne bulursa vurup getirecek ve evde anasıyla birlikte pişirip yiyecekmiş. Ok yaya takılmış, yay gerilmiş, Keloğlan'ın sağ kaşı kalkmış, nişanını almış ama av nerede? Av yokmuş. Ağaç tepelerindeki maymunlar, Keloğlan ormana girdiği andan itibaren seranat vermeye başlamış. Ormanda Keloğlan'ın avlanmaya geldiğini duymayan kalmamış. Orman sakinleri inlerine, kovuklarına saklanmış. Keloğlan okla yayı bıraksa onlar saklandıkları yerden çıkar mıymış? Tabi ki çıkarmış. Keloğlan okla yayı bırakınca keklik, tavşan, ceylan ortaya çıkmış ve Keloğlan hoş geldin deyip yanına gitmiş. Keloğlan bu duruma çok şaşırmış, aklını dağlardan, tepelerden aşırmış. Nereden aklıma esti de okla yayı bıraktım diyerek söylenmiş. Bu ekşi duruma dayanamayıp tatlı olmak isteyen kalem dillenmiş: " Ya bırak çaktırma Keloğlan, ne güzel yazıyordum. Sen bir fırtınasın esip geçersin, fırtınanın esmekten korktuğunu ilk kez görüyorum. "

" Hadi oradan kalem çaktırdım, bu olaya fal baktırdım. Girit'e gitmek için, sal yaptırdım.

Bu masalı yazmakta olan Serdar Yıldırım devreye girmiş. Anında sigorta atmış, ortalık aydınlanmış. Serdar Yıldırım dost elini Keloğlan'a uzatmış. Keloğlan dost eli sıkmakla kalmamış, Serdar'a sarılmış: " Kusura bakma Serdar, elime ok ve yay alıp ava çıktım. Çıktım da ava çıktığıma iki bin pişman oldum. Ya medet, beni bu çıkmazdan kurtarırsan sana bir gül demet. Ava çıktım, avcı olamadım ama avlarla arkadaş oldum. Bir koluma geyik diğer koluma ceylan girmiş, tepemde keklik, nereden geldi bilmem, bende kalıcı oldu bu ürkeklik. "

Serdar: " Aman Keloğlan, yaman Keloğlan, dağlar başı, duman Keloğlan. Senin ürkeklik sandığın aslında cesaret, sen can alıcı olmayı bilerek terk et. Avcı can alırsa değildir cesur, onda vardır mutlaka bir kusur. Tavşan, ceylan, keklik senden korkmuyor, onlar iyiyi, kötüyü birbirinden ayırıyor. Sen avcı onlar av ama korkmuyorsa av avcıdan, bu senin büyüklüğündendir, erdemindendir. "

Keloğlan: " İyi, güzel diyorsun da anam elime ok ve yay verdi, git bir av vur, getir, pişirip yiyelim, dedi. Şimdi eli boş dönersem, anam beni eve koymaz. "

Bunun üzerine Serdar: " Sıkma canını Keloğlan. Annenle ben konuşurum. Bu iş için, sana kızmaz. "

İkisi birlikte eve gitmişler. Serdar'ın sözleri üzerine anası Keloğlan'ı affetmiş. Onları tarhana çorbası içmek için, eve davet etmiş. Çorbalar içildikten sonra sohbet etmişler. Sonra yatıp uyumuşlar. Sabah olunca Serdar bana müsaade deyip aralarından ayrılmış. Masalımız da burada bitmiş.

SON


Logged
Sayfa: [1]   Yukarı Çık :)
 
Gitmek istediğiniz yer:  


Benzer Konular
Konu Başlığı Başlatan Yanıtlar Görüntü Son Mesaj
Keloğlan Pastası Yeni
Kekler - Pastalar
AnqeL_qiRL 0 1617 Son Mesaj 05 Mayıs 2010, 18:40:30
Gönderen : AnqeL_qiRL
Zerdali Ağacı Yeni
V - Y - Z
AnqeL_qiRL 0 1939 Son Mesaj 07 Mayıs 2010, 15:24:32
Gönderen : AnqeL_qiRL
Od Ağacı Yeni
O - Ö - P
KadincaForum 0 1912 Son Mesaj 11 Mayıs 2010, 11:29:03
Gönderen : KadincaForum
Jival 2011 Mücevher Trendleri Yeni
Moda & Güzellik
kezban62 0 1703 Son Mesaj 26 Ocak 2011, 01:26:51
Gönderen : kezban62
Buz Mücevher Yeni
İlginç - Garip Şeyler
Mavi_Kiyamet 0 1678 Son Mesaj 28 Mayıs 2013, 23:06:46
Gönderen : Mavi_Kiyamet